Kürdistan’ın kuzeyi, özellikle de Hakkâri, dille yoğrulmuş bir bellektir. Çobanların kavalından süzülen ezgiler, annelerin ninnileri, çocukların oyun çağrıları—hepsi Kürtçe’nin bugüne taşınmış hâlleridir. Ama aynı dil, okul sıralarında susturulur, resmî kurumlarda görmezden gelinir, mahkeme salonlarında yok sayılır. Böylece halkın en doğal hakkı, en çok eksiltilen şeye dönüşür.

Bir çocuk teneffüste neşeyle Kürtçe konuşur, zil çaldığında birden susar. Bu sessizlik, sadece pedagojik bir sonuç değil; koca bir halkın belleğine kazınmış bir suskunluktur. Edward Said’in “sürgün yalnızca topraktan değil, dilden de koparılmaktır” sözü, bu suskunlukta yankılanır.

Ama mesele yalnızca yasaklarla açıklanamaz. Ahmedi Xani, Nûbihara Biçûkan’da gençlere seslenirken şöyle der: “Ne destê xudanên din, belki biçilîna kurdan” — yani, “başkalarının ellerine değil, kendi halkının kaderine tutun.” Bu öğüt, bugün hâlâ günceldir. Çünkü dilin geleceği, sadece devletin lütfuna bırakıldığında zaten kaybedilmiş olur; onu yaşatacak olan halkın kendi iradesidir.

Tam burada, Musa Anter’in sözünü hatırlamak gerekir: “Bir dil ölürse, bir millet de ölür.” Apê Musa’nın bu yalın ama derin cümlesi, bugün hâlâ yol gösterici bir hakikattir. Çünkü dil sadece iletişim değil; bir halkın hafızası, onuru, kimliğidir.

Ne var ki bütün siyasal mücadelelere rağmen, neden devlete alternatif okullar, kurslar, kültür evleri, anadil merkezleri yeterince kurulamıyor? Elbette devletin baskısı, kapatma kararları, cezalar ağırdır. Ama halkın kendi örgütlü yaratıcılığının eksikliği de göz ardı edilemez. “Dem” geleneği—bir araya gelme, kolektif karar alma, kültürü dayanışmayla yaşatma pratiği—tarihimizde var. Peki neden bu damar, bugün dil için güçlü kurumlara dönüşemiyor?

Oysa dünyanın farklı coğrafyaları bize örnekler sunuyor. Bask bölgesinde, Franco diktatörlüğünün yasaklarına rağmen halk, çocukları için “ikastola” adını verdikleri gizli okullar kurdu. İrlanda’da, Galli halkında, Katalonya’da dillerini yaşatmak için önce evlerde başlayan girişimler, zamanla en saygın kurumlara dönüştü. Kürtçe’nin de böyle bir yolculuğa ihtiyacı var: gizli odalarda başlayan, ama bir gün meydanlara taşınan bir yolculuk.

Mehmed Uzun, sürgün yıllarında yazdığı romanlarda hep şu hakikati vurguladı: “Dil, sürgünde bile vatanın kendisidir.” Bugün, Kürtçe’nin geleceği tam da bu cümlede gizlidir. Topraklarımız yasaklarla çevrili olabilir, siyaset sıkışmış olabilir; ama dil yaşadıkça, halk da varlığını sürdürecektir.

Bugün sorulması gereken asıl soru şudur: Kürtçe için hangi kurumları inşa ediyoruz?
Siyasi müzakereler ne yönde ilerlerse ilerlesin, halkın kendi eliyle kuracağı her okul, her kurs, her kültür merkezi, bu dilin kalıcılığına atılmış bir temel taşıdır.

Ahmedi Xani’nin asırlık öğüdü, Musa Anter’in yalın hakikati, Mehmed Uzun’un sürgünden yükselen sesi bize tek şeyi söylüyor: Dilini başkalarının insafına bırakma; kendi kaderine tutun. Çünkü bir halk, kendi dilini yaşatmadıkça, özgürlüğünü de yaşayamaz.