Köln’ün soğuk sessizliğinden Hakkari’nin dağlarına uzanan bu mektup, Meursault’nun kayıtsızlığını Kürt halkının direnişiyle buluşturuyor.
Sevgili Meursault,
Sen güneşin alnında annenin cenazesinde terlerken değil, aslında bütün bir insanlık ölmüştü.
Sana duygusuz dediler, kayıtsız dediler.
Oysa sen sadece dünyanın oyununa inanmamayı seçtin.
Ama inan bana, inanmamak da bir inanç biçimidir — bazen en ağır olanı.
Ben burada, Köln’ün düzenli sessizliğinde seni anlıyorum. Sürgün insanı dondurur; önce duygularını, sonra kelimelerini. Ama ben senden farklıyım, Meursault.
Sen anlamı reddettin, ben anlamı kaybetmemek için susuyorum.
Cilo’nun gölgesinde büyüdüm ben.
Zap Vadisi’nin suyuna karışan çocukluk sesim hâlâ kulaklarımda.
Ve Hakkari… kar örtüsüyle örtünen, ama altında hep sıcak bir kalp taşıyan şehir. Hep savaşla, hep acıyla anıldı; ama aslında o, acıyı onura dönüştüren bir şehir. Orada karın rengi sadece beyaz değildir — üstüne düşen her kan damlasını, her çocuk sesini saklar.
Biz orada öğrendik sabrı;
bir dağın gölgesinde direnmeyi,
bir annenin duasında dünyayı yeniden kurmayı.
Senin güneşin Cezayir’in üstünde yakıyordu, Meursault.
Benimki Hakkari’nin taşlarına düşerken annemin yüzünde parlıyordu. Sen sıcaktan kör oldun, ben soğuktan sessizleştim.
Ama acının coğrafyası aynıdır — bir halkın ya da bir adamın yüreğinde büyür. Senin suçun bireyseldi, bizimkisi kalıtsal.
Biz bir halk olarak her gün yeniden yargılanıyoruz.
Köln’de her şey düzgün, pürüzsüz, dakik. Trenler zamanında gelir, insanlar susar.
Ama ben o sessizliğin içinde hep Zap’ın sesini arıyorum. O ses, taşlara çarparken bile bir inat taşır.
Bizim inancımız öyledir işte:
Tanrı’nın sessizliğinde bile anlam bulur.
Sen “Tanrı yok” dedin,
ben ise Tanrı’ya hâlâ inanıyorum — ama bazen bu inanç bir taş kadar ağırlaşıyor içimde.
Şeriati der ki: “İman, iradenin en yüce eylemidir.”
Belki de bu yüzden senin suskunluğun bana lüks geliyor. Çünkü inanmak, artık bir direniş biçimi bizde.
İnancın kendisi, dertle yoğrulmuş bir amel gibi.
Sen anlamı reddettin, ben anlamı korumak için direniyorum.
Sen hayatı saçma buldun, ben hayatın her anında Tanrı’nın sessizliğini duydum. Ama ikimiz de aynı çağın çocuklarıyız:
İlgisizliğin, uyuşmuş vicdanların çağı.
Biliyor musun Meursault, biz Kürtler sessizliğe alışığız. Bizim sessizliğimiz seninki gibi felsefi değil;
tarihin üzerimize çöktürdüğü bir kar örtüsü. Biz dilimizi kaybettik, sen duygularını.
Ama ikisi de insanı taşlaştırıyor.
Yine de taşın altında bir sıcaklık kalır;
bir annenin duası, bir çocuğun gülüşü, bir dağın gölgesi… Biz o sıcaklıkla hâlâ konuşuyoruz.
Köln’de kar yağdığında insanlar sevinir, ben ürperirim. Çünkü o beyazlık bana hep Hakkari’yi hatırlatır:
Bir evin damında tüten dumanı, tandırın başındaki kadının ellerini,
ve karın altında saklı bir mezar taşını. Bizim karımız, hem ölüm hem direniştir.
Cilo’nun dağları sessizdir ama her sabah yeni bir dua taşır.
Sen mahkemede, “Tanrı’ya inanmıyorum” dedin. Benim mahkemem içimde kuruluyor her sabah. Tanrı’ya inanıyorum, ama bazen inanmak yetmiyor. Bazen irade istiyor, bazen amel.
Akıl, irade, vahiy — üçünü bir arada tutmaya çalışıyorum. Birini bırakırsan ya deliliğe ya kayıtsızlığa düşüyorsun.
Senin eksik olanın vahiydi, Meursault. Benimki bazen irade.
Ama yine de ikimiz de insan kalmaya çalışıyoruz, anlamın eşiğinde, soğuğun ortasında.
Köln Katedrali’nin taş duvarlarına baktığımda senin yüzünü hatırlıyorum. O taşlarda bir tür suskunluk var — modern, steril bir sessizlik.
Ama Hakkari’nin taşlarında başka bir şey gizlidir: direnişin nabzı.
Bir halkın taşlara kazıdığı sabır.
O yüzden belki, ben hâlâ inancımı yitirmedim. Çünkü biz, taşla konuşmayı öğrenmiş bir halkız.
Bir gün dönerim belki, Meursault — toprağa değil, kokusuna. Zap’ın suyuna, Cilo’nun gölgesine, Hakkari’nin direncine.
O zaman anlarım belki:
İnsan bazen Tanrı’yı değil,
kendi kökünü unuttuğunda sürgün olur.
Ben hâlâ inanıyorum, Meursault —
çünkü Hakkari’de bir çocuk ağlarken Tanrı sessiz kalmaz. Belki de bu yüzden, hâlâ içimde bir yer iyi kalmak istiyor.
