Koblenz’in sabahı ağır bir sessizliğin içinden doğuyor. Gecenin perdeleri henüz tam çekilmemişken ışık, duvarlara dokunmadan süzülüyor.
Camın üzerinde ince bir buğu, içimdeki zamana benzer: Silinir gibi oluyor ama hiçbir zaman tam silinmiyor. Zaman üç halkaya ayrılmış halde duruyor: Birinde eski rüzgârlar, birinde bugünün yükü, birinde geleceğin belirsiz ışığı. Hepsi aynı anda nefes alıyor. İnsan bir çağda yaşamıyor; üç çağın ağırlığını birden taşıyor. Balkona çıktığımda soğuk yüzüme değiyor.
Köşede duran küçük saksı, sanki gece boyunca beklediği bir soruyu yanıtlarmış gibi sessizce karşılıyor beni. Gül fidesi kışı sevmiyor. Yaprak kenarları koyu, gövdesi rüzgârla hafifçe bükülmüş. Toprağı parmaklarımla yokladığımda kuru bir sertlik hissediyorum. Bir nasır gibi; korunmak için kalınlaşmış ince bir doku. Her sabah aynı hareket: Toprağı açmak, suyu yavaşça dökmek, gövdeyi doğrultmak. Sonra geriye çekilmek.
Gülün konuşmasını beklemiyorum; gül konuşmaz. Ama yeşerdiğinde anlaşılır ki sözden güçlü bir sabır vardır onda. Kendi içimde şöyle bir cümle dolaşıyor: “Ben şeker olayım ve eriyeyim.” Kırgınlığın taşını eriten bir sükûnet, içteki sertliği yumuşatan bir niyet. İnsan ne zaman erimeyi öğrenirse, o zaman özüyle temas eder. Gülün toprağına eğildikçe bunu daha iyi hissediyorum. Gül, bana insanın iç sesini hatırlatan sessiz bir öğretmen gibi duruyor.
Dünya başka bir hızla akıyor o sırada. Ekranlar, videolar, birkaç saniyelik duygular… Her şey hızlı, parlak, yüzeysel. Değer; düşüncenin değil, akışın içinde ölçülüyor artık. Bir insanın sabrı, emeği, iç yürüyüşü değil; yirmi bir saniyelik bir görüntü belirliyor değeri. Bugünün insanı kendine sadık kalmayı unuttu. Başkalarına değil, en çok kendine. İç sözünü tutamayan, dış dünyanın sözünü nasıl tutsun? Koblenz’in sokaklarında yürürken bu düşünce ağırlaşıyor. Eski taş duvarlar, nehrin soğuk yüzeyi, köprülerin sessiz gölgesi.
Hepsi bana bir şey fısıldıyor: “Kökünü unutma.” Bu şehirde ses az, gürültü yok. Sessizlik insanı kendi içine çağırıyor. Sadakat de böyle bir şey değil mi? Gürültüde değil, sessizlikte bulunur. Yabancı mahallesinden uzak duruyorum. Orada kelimeler ağırlaşmıyor, hafifliyor; dostluk suya yazılmış gibi; bir gün var bir gün yok. Hiciv, haset, dedikodu… Bizim içimizi kemiren ne varsa birbirimize miras bırakıyoruz.
Avrupa’nın bireysel sessizliğinde ise başka bir şey var: Sözün sadeliği. Saygının sürekliliği. Kimsenin kimseye yük olmama hali. Kimsenin kimseyi tüketmeme hali. Gösterişsiz bir doğruluk. Ölçülü ve temiz bir mesafe. Bu mesafe, içimdeki güle iyi geliyor. Köln’e giden trende bu duygular daha da yerleşiyor. Vagonun içindeki her yüz kendi evreninde duruyor. Kimse kimsenin alanını bölmüyor. Sadakatin kaybolmadığına dair sessiz bir işaret var bu davranışlarda.
Köln’e yaklaştıkça ise hız artıyor: dosyalar, toplantılar, ekranlar, rakamlar, acele, akış, tüketim. Zaman burada ince dilimlere ayrılıyor; insan kendine bile yetişemiyor bazen. Ama akşam olduğunda tren geri dönerken, yuvasına dönen bir kuş gibi Koblenz’in sessizliğine yaklaşırken, içimde bir şey tekrar yerine oturuyor. Günün yükü, balkondaki gülün toprağına dönecek olan suya dönüşüyor.
Sadakat, o suyun hareketinde kendini gösteriyor: Her gün aynı ritim, aynı dokunuş, aynı niyet. Eve girer girmez balkona çıkıyorum. Gül biraz daha solmuş, yaprağı biraz daha eğilmiş olabilir. Ama kök hâlâ orada. Kök varsa her şey mümkündür. Güle dokunurken gün boyu biriken bütün karmaşa sessizce çekiliyor içimden. Kalmaya devam eden tek şey bu küçük hareket: Aynı yere aynı özenle tekrar dokunmak.
Belki sadakat budur: Ses çıkarmadan, gösteri yapmadan, büyük sözler söylemeden aynı yere yeniden dönmek. Kimsenin görmediği bir direniş. Kimsenin bilmediği bir bağlılık. Konuşmayan ama yeşeren bir gül gibi. Gül, günün sonunda bana şunu öğretiyor: “Sadakat, görünmez bir kökün karanlıkta tuttuğu ışıktır.” Ve o ışık, insanı ayakta tutar. Köln’ün hızına rağmen ben içimde Koblenz’in sessizliğini taşıyabildiğim ve balkondaki güle dokunabildiğim sürece, kendime sadık kalabilirim. Çünkü gülün kökü kadar sessiz, gülün direnci kadar derin, gülün yeşermesi kadar gerçek bir sadakat vardır içimde. Ve bu sadakat konuşmaz — ama yeşerir.
