Koblenz’de sabah, Ren ile Mosel’in birleştiği yerde başlar. İki nehir, birbirine karışırken adlarını kaybetmez; ama yönlerini değiştirir. Hannah Arendt’in “olağanlığın içindeki tehlike” dediği şey tam da burada hissedilir: Her şey yerli yerindedir, akış düzgündür, kimse bağırmaz. Düzen sessizdir. Ve adalet, çoğu zaman bu sessizliğin içinde görünmez olur.

Bu yüzden Carcira Meydanı, Koblenz’den bakıldığında daha çıplak görünür. Edward Said’in sürgün bilinciyle tarif ettiği o ara yerde durur bakış: Ne bütünüyle içeride olmanın körlüğü, ne de dışarıdan konuşmanın hafifliği. Mesafe, hakikati uzaklaştırmaz; keskinleştirir. Buradan bakıldığında tarih, galiplerin anlattığı bir hikâye olmaktan çıkar.

Qazi Muhammed, Mahabad’da kurulan kısa ömürlü Kürt Cumhuriyeti’nin başkanıdır, denir. Ama Carcira Meydanı’nda duran şey, bir siyasi biyografi değildir. Qazi, Kürtçede kadıdır: hüküm veren, adaleti temsil eden. Muhammed ise adıyla bir emanet taşır. İsim ile kader arasındaki bu çakışma, meydanın ortasında suskun durur. Adaletle anılan bir ad, adaletsizliğin karşısına dikilmiştir.

Walter Benjamin’in “yenilmişlerin tarihi” burada nefes alır. Mahabad, bir başarısızlık değil; yarım bırakılmış bir ihtimaldir. Tarih ilerlememiştir; kesintiye uğramıştır. Carcira Meydanı’ndaki taşlar, bir yenilgiyi değil, söylenememiş bir cümleyi saklar. Benjamin’in tarih meleği, ileriye bakarken arkasında biriken yıkıntılardan birine burada rastlar.

Yargılama başlar. Evraklar tamamdır, usul eksiksizdir. Arendt’in tarif ettiği gibi, kötülük bağırmaz; görevini yapar. Kimse kendini zalim hissetmez. Herkes masasının başındadır. Ama ortada yargılanan bir suç yoktur. Yargılanan, geleceğe dair bir ihtimaldir: Bir halkın kendi adını koyabilme ihtimali.

“Bu yargılama, yapılan bir eylem için değil; yapılabilecek bir tarih içindir.”

Zaman donar. Meydan kalabalık değildir; ama ağırdır. Korku yoktur; çünkü korku belirsizlik ister. Burada belirsizlik kalmamıştır. Adalet, mahkeme salonunda değildir. Adalet, yalnızca bir isimde kalmıştır. Bir kadının hüküm vermediği için asıldığı bir yerde, yargılanan bir insan değil; yargı fikridir.

Bu sessizlik, Koblenz’de başka bir sesle çarpışır. Zola’nın “J’Accuse”ü, bu çarpışmanın adıdır. Dreyfus davasında adalet, ancak yazıya döküldüğünde nefes alabilir. Zola, adaleti kurtarmaz; ama adaletsizliği görünür kılar. Tanıklığı metne dönüştürür, dolaşıma sokar. Hukukun kapalı devresine dışarıdan bir vicdan sızar.

Carcira Meydanı’nda böyle bir sızıntı olmaz. Burada tanıklık yazıya dönüşemez. Kalem yoktur; beden vardır. Zola’nın açtığı yarık, Qazi Muhammed’in suskunluğunda kapanır. Biri adaletsizliği yazarak teşhir eder; diğeri adaletsizliği taşıyarak görünür kılar.

Said’in sürgün tanımı burada tamamlanır. Hakikat, merkezin içinde değil; kenarında daha net görünür. Koblenz, bu yüzden yalnızca bir şehir değildir. Carcira Meydanı’na bakmanın mümkün olduğu bir mesafedir. Bu mesafe, kutsamayı da lanetlemeyi de reddeder. Geriye yalnızca ölçü kalır.

Balzac’ın dünyasında adalet, çoğu zaman mahkeme salonlarında değil, susturulmuş hayatların suskunluğunda belirir. Dostoyevski’de vicdan, yasadan önce gelir. Carcira Meydanı’nda vicdan vardır; yasa yoktur. Paris’te yasa vardır; vicdan gecikmiştir. Koblenz’de ise bu çelişki, aynı anda düşünülür.

Metin burada iç içe kapanır. Düşünce ile tanıklık, teori ile beden ayrılmaz hâle gelir. Ve geriye, açıklama istemeyen tek bir cümle kalır:

Adı “Qazi” olan birinin adaletsizlikle asılması, bir insanın değil; adalet fikrinin idamıdır.