Ben bir Kürt çocuğuyum. Ve barış nedir bilmeden büyüdüm. Ama neyin barış olmadığını iliklerime kadar yaşayarak öğrendim.
Barış, okul kapılarında isimlerin yanlış telaffuz edilmesi değildir. Barış, yas tutarken hangi dilde ağladığını gizlemek zorunda kalmak değildir.
Barış, Türkçe bilmediği için susturulan bir çocuğun sınıfta köşeye itilişi değildir. Barış, yalnızca toprağa değil, birbirimize de gömdüğümüz hayatlardır.
Ben, çocukken sobelenmek isterdim. Ama kimse beni aramadı. Ben oynamadım; saklandım yalnızca. Saklandım, çünkü görünmek tehlikeliydi.
Saklandım, çünkü ismim çok fazlaydı bazı ağızlara. Ama yine de hayal ettim: Bir Türk arkadaşım olsun isterdim. Elimi tutsun, “Gel, bizim eve gidelim” desin isterdim.
Oyuncaklarını paylaşsın… Belki annesi saçımı okşar, belki babası ismimi sorar, doğru da telaffuz eder. Belki ben de ilk kez, kendim gibi hissederdim.
Sen de bir Türk çocuğuydun belki. Sana da bir şeyler öğrettiler. Haritada sadece renkleri gördün, isimlerin üzerindeki çizgileri görmedin.
Dağ denildi mi coğrafya, bayrak denildi mi marş ezberledin. Ama kimse sana bir Kürt çocuğunun içini, gözyaşını, hayalini, annesini anlatmadı.
Kimse demedi ki: O da senin gibi üşür, o da ekmeğini bölerek yer, O da bir gün sevmek ister; ve sevilmek.
Biz birbirimizi devletin öğrettiği kadar tanıdık. Ve devletler kardeşlik değil, sınır öğretir. Kimlik değil, nüfus kağıdı verir.
Ama kardeşlik, nüfusla değil, yürekle yazılır.
Kırk yıldır süren bu savaş, aslında kimsenin zaferi olmadı. Çünkü biz, birbirimizin çocuklarını gömdük.
Kimimiz dağ başında yalnız, kimimiz şehir meydanında sessizdi. Asker annesiyle gerilla annesi, aynı tabutun başında farklı dillerde ama aynı acıyla ağladı.
Ve o zaman anladık: Annelik, milliyet tanımaz. Gözyaşı bayrak bilmez. Ağıtın dili yoktur; sadece sesi vardır, sesi de yürekleri paramparça eder.
Bu yüzden barış dediğimiz şey, bir mermi susunca değil, bir önyargı kırılınca başlar.
Barış, bir çocuğun doğduğu anda hangi dili konuşacağını değil, nasıl mutlu olacağını dert eden bir ülkenin adıdır.
Ben seni tanımadan senden korktum. Sen beni görmeden benden nefret ettin.
Oysa bir sofraya otursaydık, aynı ekmeği bölecektik. Aynı türküyü farklı dillerde ama aynı ezgiyle söyleyecektik.
Çünkü acı benzemez ama birleşir. Çünkü senin de deden Sarıkamış’ta dondu, benim de dedem Zîlân’da toprağa karıştı.
Senin de bir halan gözyaşlarıyla yoğrulmuş, benim de bir dayım isimsiz bir mezarda yatıyor.
Ve işte bu yüzden; barış, bu ülkenin en büyük onarıcı gücüdür.
Barış; seni bana, beni sana emanet edecek kadar güçlü bir kelimedir.
Barış; artık düşman değil, birbirimizin yarası olmayı kabul ettiğimiz andır.
Barış, aynı yarayı taşımayı kabul etmektir: “Senin de canın yandıysa, sen de bensin.”
İnan bana, barış bir masal değil. Ama her masal gibi, bir “bir varmış bir yokmuş'la başlıyor.
Biz şimdi bu masalın “bir varmış” kısmındayız. “Bir yokmuş” dememek için; birbirimize, geçmişten ağır ama gelecekten umutlu cümlelerle tutunmak zorundayız.
Çünkü sonu barışla biten her hikâye, aslında içindeki bütün savaşları onarmıştır. Ve biz, çok yara aldık. Ama hâlâ onarılabiliriz. Birbirimizi dinleyerek, anlayarak, ve en önemlisi affederek…
Çünkü bir Kürt çocuğunun düş kurabildiği bir ülkede, bir Türk çocuğu da korkmadan sevebilir.
Ve bu topraklara en çok barış yakışır. Sonsuz yaslara değil, çoğalan kahkahalara… Sessizliğe değil, şarkılara… Kanlı tarihlere değil, ortak bir yarına.
Ve bir gün barış geldiğinde, hepimiz anı defterimizi açıp aynı cümleyi yazacağız:
“Keşke birbirimizin çocuklarını gömmeden önce tanısaydık…”