Bir şehrin alnına düşen ilk ışık ne zaman bir fotoğrafçının gözünde sonsuzluğa dönüştüyse, işte o an başladı Enver Özkahraman’ın mesaisi.
Ne vitrinlere poz veren yüzler vardı kadrajında, ne de şöhretin iştahını kabartacak sahneler. Onun deklanşöründen sızan her ses, dağların arkasında unutulmuş bir hikâyeyi hayata döndürdü. Hakkâri’nin taş duvarlarında donmuş bakışlar, yağmurla yıkanmış eski evler, çatlamış eller, gülmeyi unutmamış çocuklar… Hiçbiri tesadüf değildi; çünkü o, rastgele bakmıyor, zamanın sustuklarını tek tek konuşturuyordu.
Enver Özkahraman'ın yürüyüşü gürültüsüzdü ama derinlikliydi. O yürüdü bazıları sadece yaşadı. O baktı geriye kalanlar sadece gördü. Onun için bir fotoğraf karesi, sadece bir anın dondurulması değil, bir varoluşun ispatıydı. Tarihin üzerine sessizce kapanan toprak örtüsünü her deklanşör sesiyle bir nebze araladı. Çünkü o, zamanın belleksizliğine razı olmayanlardandı. Çünkü o, çektiği her kareyle “Buradaydık,” dedi. Ve belki de o yüzden, Enver Özkahraman’ın arşivi bir fotoğraf koleksiyonu değil, bir halkın suskun külliyatıdır.
Hiçbir mevsimi kaçırmadı. Kar altında titreyen bir kapının hafızası da onunla ölümsüzleşti, dağ başında ilk kez okul çantasını omzuna almış bir çocuğun gülümsemesi de. O, zamanın tam merkezine çadır kurdu. Hakkâri’nin yokuşlarına, göğe değen dağlarına, isimsiz mahallelerine, tenhalarına, izdihamlarına… Orada yaşananları tarihe emanet edecek kimse yokken, Enver vardı. Çünkü onun görevi poz vermek değil, tanıklık etmekti.
Kamerasıyla değil kalbiyle çekti her şeyi. Işık ayarı yaparken, duyguların titreşimine de odaklandı. Netlik ararken sadece görüntünün değil, insanın da odakta olduğundan emin oldu. Onun çektiği fotoğraflarda estetik bir kompozisyon değil; vicdanlı bir bakış saklıdır. Çünkü sanat onun için sadece güzeli göstermek değil, gizlenmiş olanı ortaya çıkarmaktır.
Ve belki de bu yüzden, Enver Özkahraman bir meslek sahibi değil, bir şehir muhafızıdır. Aslen Diyarbakırlı olabilir; ama onun ruh kökleri Hakkâri’nin taşlarına sinmiştir. Memleket kavramının sınırlarını pasaportla değil, aidiyetle çizenlerden o. Nerelisin diye sorulduğunda doğduğu yeri değil, gönlünün atış ritmini söyleyenlerden. “Hakkâriliyim,” derken bir harita değil, bir hayat çiziyor aslında.
Bugün Enver Özkahraman’ın arşivinden herhangi bir kareye bakan biri, yalnızca bir görüntü görmez; bir zaman kapsülünün içine düşer. O karelerde kışın sessizliğiyle örtülmüş bir hayat vardır. Yokuş yukarı çıkan bir adamın inadında, okuldan dönen bir çocuğun neşesinde, mezarlık duvarına yaslanmış yaşlı bir gözde… Onun fotoğrafları sadece belge değil, dua gibidir dile gelmeyen her duygunun kadraja sığmış hâlidir.
Ve işte şimdi, bu yazı onun sessizce yıllardır yaptığı devrime küçük bir selamdır. Çünkü bir şehir unutulmasın diye yirmi, otuz yıl boyunca bir gözün arkasından bakmak; sadece sabır değil, kutsal bir sorumluluktur. Enver Özkahraman bu sorumluluğu kimse ona vermemişken aldı. Ve onu kimse onaylamadan hakkıyla taşıdı.
O yüzden, bu satırlar ne bir övgü metnidir ne de alelade bir takdir yazısı. Bu, zamanın unuttuğu yerlerde bekçilik yapmış bir adamın hikâyesine tutulan bir fenerdir. Ve fenerin ucundaki ışıkla görünür hâle gelen tek şey; Hakkâri’nin, fotoğraf değil bir kader olduğu gerçeğidir.