Sabahın erken saatlerinde uyanan Seval, aslında cumartesi olduğunu unutmuştu. Okula gitmesi gerekmiyordu ama zihni sanki bir görev bilinciyle harekete geçmişti. Masasına oturup ders çalışmaya başladı. Matematik sorularına dalmışken, farkında olmadan hayatın en büyük denklemine hazırlanıyordu: kendi kararlarının karekökünü bulmaya.
Kahvaltı sofrasında başlayan sıradan bir aile diyaloğu, kısa sürede her evde yankılanabilecek bir tartışmaya dönüştü. Annesi oğlunun aşçı olma hayaline “hayır, sen avukat olacaksın” diyerek karşı çıkarken, Seval içindeki sarsıntıyı daha fazla bastıramadı. “Sırf sayısal derslerim iyi diye beni istemediğim bir mesleğe zorluyorsunuz” dedi. O an, bir genç kızın iç dünyasında yıllardır bastırılmış duyguların zinciri kırıldı.
Ailesi, “Biz sizin iyiliğiniz için uğraşıyoruz” diyerek savundu kendini. Oysa mesele “iyilik” değil, özgürlüktü. Bir çocuğun hayatına yön vermek ile onun yerine yaşamaya kalkmak arasında ince ama çok belirleyici bir çizgi vardır. Seval, o çizgiyi fark eden bir gençti. “Anne, kadınlara 1930’dan beri seçme ve seçilme hakkı tanınmış. Ben neden kendi mesleğimi seçemiyorum?” diye sorduğunda, aslında bir dönüm noktası yaşanıyordu.
Bu söz, yalnızca bir kız çocuğunun itirazı değil; toplumun, özellikle de ebeveynlerin düşünmesi gereken bir aynaydı. Çünkü çocukların çoğu, anne babalarını mutlu etmek için kendi mutsuzluklarını kabulleniyor. Kimi doktor olmak isterken ressam, kimi avukat olmak isterken müzisyen, kimi mühendis olmak isterken tiyatrocu ruhunu susturuyor. Aileler “biz senin iyiliğini istiyoruz” diyerek kararları çocuklarının elinden alıyor ama farkında olmadan onların gelecekteki huzurunu da ellerinden alıyorlar.
Oysa asıl görev, çocuklar adına karar vermek değil; onların karar verme gücünü desteklemektir. Kendi yolunu seçen birey, mutlu olduğu kadar üretken de olur. Dayatmalarla şekillenen bir hayat, başarıyla değil, içsel boşlukla sonuçlanır. Çünkü hiçbir başarı, kendi rızasıyla seçilmemiş bir yaşamın eksikliğini gideremez.
Seval’in babası sonunda bu gerçeği gördü. “Biz kendi mutluluğumuz için sizin isteklerinizi görmezden geldik. Mutsuz gölgelerimizi kaldırıyoruz” dedi. Bu cümle, bir pişmanlığın değil, bir farkındalığın ifadesiydi. Ailelerin çocuklarını dinlediği, anlamaya çalıştığı, onları birey olarak gördüğü bir dünyada gölgeler değil, umutlar büyür.
Her birey, kendi kararlarının sorumluluğunu taşıyabildiği ölçüde olgunlaşır. Çocukların adına karar veren ebeveynler, farkında olmadan onların gelişimini durdurur. Oysa çocukların hata yapma, deneme, yanılma ve yeniden başlama hakları vardır. Bu hak, özgürlüğün temelidir.
“Kararın karekökü” işte tam burada gizlidir: Kendi hayatının denklemini çözebilmekte. Herkesin sonucu farklıdır ama yöntem aynı olmalıdır — kendi aklınla, kendi kalbinle karar vermek.
Bugün Seval ve kardeşi Samet gibi gençler, sadece kendi hayatlarını değil, bir düşünce geleneğini de dönüştürüyor: “Mutlu insanların yetişmesi için mutsuz gölgelerin kalkması gerek.”
Ve belki de yeni nesil, artık ebeveynlerinden çok daha cesur bir soruyu yüksek sesle soruyor:
“Benim kararımın karekökü kimde gizli — sizde mi, bende mi?”