Hakkâri’de bir düğün artık neşenin, sevdanın, umutların değil; hesap kitapların, utançların, ve derin suskunlukların sahnesi haline geldi. Kimsenin yüksek sesle dillendirmeye cesaret edemediği bu gerçek, sessiz bir çığlık gibi yankılanıyor dağların eteklerinde. Çünkü burada bir evlilik kararı, aşkın değil; hesap makinesinin tuşlarıyla başlıyor.
Eskiden “Nasıl sevdiniz birbirinizi?” diye sorulurdu. Şimdi ise “Kaç takım aldınız?”, “Çamaşır makinesi kaç programlı?” ya da “Halılar metrekare mi?” soruları gündemde. Düğün lafı geçtiğinde, Hakkâri’de önce bir baba susar. Yüzü düşer. Çünkü bilir ki bu artık bir sevinç değil, bir borcun kılığına girmiş utançtır.
Eşya Listeleri Değil, Sessiz Gözyaşları
Gelin evine alınacak onlarca eşya, çoğu zaman yaşamı kolaylaştırmaz. Ama alınmazsa “mahcup” eder. İşte bu kültürel baskının altında başlar kırılma. Birbirine aşkla bakan gözlerin üzerinde, taksitlerin gölgesi dolaşır. O markalı nevresim takımı, o üçlü koltuk, çoğu zaman bir annenin döktüğü gözyaşını andırır. Çünkü alınmazsa "ayıp" olur, alınırsa borç olur.
Gösterişin ve Yükün Adı: Düğün
İki gün süren düğün eğlenceleri, tanınmayan misafirler, bin kişilik yemekler, “boş görünmesin” diye yapılan dev harcamalar…
Geçim derdiyle kıvranan bir halkın içinde, sadece iki gün sürecek bir gösteri için yapılan bu hazırlık, çoğu zaman bir ömür süren bir yüke dönüşüyor. Düğünle birlikte evliliğe değil, borca başlıyor gençler.
Baba yıllar boyunca bu borcun altında eziliyor. Genç çift, ilk adımlarını faizle atıyor. Kardeş okulunu bırakıyor. Bir diğer kardeş başka şehirde başını öne eğiyor. Ama herkes susuyor. Çünkü bu coğrafyada yoksulluk ayıp değil, ama yoksulluğunu belli etmek ayıp.
Adı Gelenek Olan Bir Adaletsizlik
Bu gösterişin adı artık “gelenek” değil. Bu, kolektif bir sosyal adaletsizliktir. Herkesin bildiği ama kimsenin konuşmadığı bir kabuldür bu. Ve biz bunu “kutlama” diye alkışlıyoruz. Oysa gerçek kutlamalar, bir ömrün temelleri üzerine kurulmalı; gösterişin değil, güvenin ışığında şekillenmelidir.
Yarın bu şehirde bir genç daha “Evlenmeye cesaret edemem” diyecek. Bir aile daha “Düğün yapamayız” utancıyla köy köy çekilecek. Çünkü artık burada sevda değil, borç evleniyor.
Ne Yapmalı?
Gençler… Eğer bir düğünü değil, bir ömrü paylaşmaya niyet ettiyseniz; bilin ki sevgi, ışıklı salonlarda değil, elektriği borçtan kesilmiş evlerde de büyüyebilir. Birbirinize alınan altınlar değil, birlikte yaşanan sabır altındır. Ve düğün günü çekilen fotoğraflar değil, yıllar sonra bakarken gözlerinizin dolduğu anılar kutsaldır.
Aşk; ses sisteminden değil, sessizlikte anlaştığınızda belli olur. Tavanlardan sarkan kristal avizelerde değil, birlikte baktığınız alçak lambanın ışığında parıldar. Gerçek aşk, herkesin önünde değil; kimsenin bilmediği bir sadeliğin içinde büyür.
İki Kişilik Sadakatler
Artık bin kişilik düğünler değil, iki kişilik sadakatler istiyoruz. Gelinlikten beyaz bir vicdan, damatlıktan sağlam bir omuz, ve ömürlük sözlerin önünde eğilen yürekler istiyoruz.
Evet, aşkı savunuyoruz. Ama krediyle değil, kalple ödenen bir aşkı. Borçla değil, vicdanla yürüyen bir beraberliği.
Bu yüzden sesleniyoruz: Birbirinizi öyle çok sevin ki hiçbir düğün masrafı gölge edemesin o sevgiyi. Akrabalar “kaç gram altın taktılar?” değil, “Siz hâlâ nasıl böyle bakıyorsunuz birbirinize?” diye sorsun.
Çünkü gerçek aşk; ne davetiyedeki tarihte, ne sahnedeki pastada, ne de fotoğraflardadır.
Gerçek aşk, birbirine borç değil, bağ olan iki insanın sade bir hayatı el ele inşa etmesindedir. Ve inanın, o hayat en görkemli düğünden çok daha ihtişamlıdır.