Bir halk bazen bir sesle yeniden ayağa kalkar. Bazen o ses sadece hak talep etmez; aynı zamanda korkuya, inkâra ve suskunluğa karşı bir kelimeyi, bir duruşu, bir gülümsemeyi temsil eder. Kürt halkı için Selahattin Demirtaş, tam da böyle bir eşiği temsil ediyor: baskıya karşı konuşan ama bağırmayan; öfkeye teslim olmadan hakikati ısrarla söyleyen; devletin karşısında başı eğilmeyen ama halkının yüreğine dokunan bir ses.
Kürt siyasi hareketinde yıllardır birçok ses yükseldi: Mehdi Zana’nın zindanda yazdığı mektuplarla hayatta tuttuğu dil, Musa Anter’in kaleminden akan isyan, Leyla Zana’nın suskunluğuyla yücelttiği Kürtçe… Demirtaş, bu isimlerin açtığı patikalarda yürüyerek onların sesini bugüne taşıdı ama kendi sözcüklerini buldu. Sözünü hukukla, mizahla, edebiyatla kurdu. Kürt halkının politik temsilini sadece bir hak mücadelesi değil; aynı zamanda bir özgüven inşası olarak yeniden tanımladı.
Ben, Demirtaş ile aynı ideolojik gelenekten gelmiyorum. Ancak onun siyasal duruşu, hitabet tarzı ve kendini ifade etme biçimi, beni kendi Kürt kimliğime dair daha derin düşünmeye sevk etti. Özellikle Kobani sürecindeki savunmasıyla birlikte, kendimi onun politik hattına daha yakın hissetmeye başladım. Devletin tüm aygıtlarıyla saldırdığı bir anda, mahkeme salonunda halk adına konuşmaya devam etti. Kobani savunması, yalnızca bir bireyin değil, inkâr edilen bir halkın hakikatini yargıya karşı yüksek sesle dile getirmesiydi. O savunmada sadece hukuki argümanlar değil; tarih, vicdan, halk ve umut vardı.
Demirtaş’ın dili; korkmayan, aşağılık kompleksine düşmeyen, Türk devletine karşı eğilmeyen ama karşısındakini de düşmanlaştırmayan bir dildi. Bu yönüyle Demirtaş, Kürdün “kendiyle barışma” sürecinde etkili bir rol oynadı. Kendimi bu çizgiye ait hissediyorum; çünkü bu çizgide yalnızca hak aramak değil, aynı zamanda varlığını insanca ve onurluca temsil etmek var.
Siyasi kürsüde yaptığı konuşmalar, cezaevinde yazdığı kitaplarla edebi metinlere dönüştü. Bir zamanlar meydanlarda ve Meclis’te seslendirdiği direniş, şimdi karakterlere bürünüp halkıyla yeniden buluşuyor. “Seher”, “Devran”, “Leylan” gibi eserlerdeki karakterler, yalnızca kurgu değil; Kürt halkının direniş hafızasının edebi temsilleri.
Örneğin Devran kitabındaki bir annenin öyküsü, oğlunun mezarına ulaşamayan binlerce annenin ortak sesi olurken, Seher’deki Dildar karakteri, sadece bireysel bir aşk trajedisini değil, sistematik baskının kadına nasıl dokunduğunu da gösteriyor. Demirtaş’ın karakterleri, cezaevi hücresinden yazılmış olsa da dar bir ideolojik anlatıya hapsolmuyor; tersine evrensel insanlık hâllerine açılıyor. Bu yönüyle onun edebi üretimi, sadece politik değil, aynı zamanda kültürel bir direnç biçimi olarak da okunabilir.
Demirtaş’ın mizahı, yeri geldiğinde bir zırh gibi işlev görüyor. Gülümsemesi, trajediyi küçümseyen değil; trajediye rağmen ayakta kalabilen bir halkın ifadesi. Bu yüzden onun gülümsemesi bir semboldür: inkârın ortasında var olabilmenin tebessümüdür. Ağırlaştırılmış ceza tehdidiyle yüz yüze olsa da hâlâ tebessümle konuşabiliyorsa, bu, onun kişisel cesaretinden çok, bir halkın tarihsel direncine olan güvenindendir.
Bu yazı bir methiye değil. Bir tanıklık. Kürt halkının hak arama mücadelesinde, sözünü kaybetmediği yerde bir figür olarak Demirtaş’ın nasıl bir anlam taşıdığına dair kişisel bir gözlemdir. Benim için Selahattin Demirtaş, sadece bir lider değil; aynı zamanda Kürtlüğün gülümseyerek konuşabildiği, edebiyatla direnişin kesiştiği, hakikati nezaketle söyleyebilen bir halk sesidir.
Bu, bir liderin değil; susmayan bir halkın yüreğinde yankılanan hakikat hikâyesidir. Biz, o yankının ta kendisiyiz.