Sivil toplum kuruluşları, ekonomik, sosyal ve siyasal alanlarda işlevleriyle önemli birer aktördürler. Amaçları toplumsal faydaya yönelik faaliyetlerde bulunuyor olmalarıdır.

İlgili oldukları konularda toplumu bilinçlendirmeleri ve kamuoyu oluşturmaları, toplumun talepleri doğrultusunda bir baskı unsuru olabildikleri ölçüde vazifelerini icra etmiş olurlar.

Toplumu yönlendiren, çalıştıran, harekete geçiren temel faktör sivil toplumdur. Sivil toplum mücadelesi, halkın büyük çoğunluğunun benimsediği değer ve semboller ışığında yapılması makul kabul edilir.

Türkiye’de sivil toplum alanındaki siyasal mücadele çoğu zaman özgürlük ve temel hakların kazanılması mücadelesinden ziyade devletin imkanlarından istifade etme ve kurumları ele geçirmeye yönelik bir alanda sürmüş ve sürmektedir.

Maalesef günümüzde sivil toplum örgütleri bir ‘elitler’ düzeyindeki mücadeleye sahne oluyor. Böylece bir alanda iktidar olanlar bir daha o konforlu alanlarını bırakmak istemiyor. Sivil toplumun bu durumu, kurumsallaşmanın önünde duran engellerden biri olarak görülebilir.

Burada siyasetle iç içe olan mafyöz (iyi görüntü sağlamak) ilişkileri de hatırlamak gerekir. Çünkü sivil toplum örgütleri çoğu zaman siyasal patilerin güdümünden öte bir işlev yapmamaktadırlar.

Emek, hizmeti yerine havadan spekülatif itibar kazanmanın yolu ve yordamı haline gelen sivil toplum örgütleri gerçek amaç ve işlevini gölgede bırakıyor. Mesela: Sendikalar, ücret sendikacılığı dışında eğitime ilişkin bir model, nitelikli bir eğitmen perspektifi önerdikleri pek görülmemektedir. Bu konuda fikir ve düşünce ürettiklerine rastlamadık desek abartmış olmayız sanırım.

İlimizdeki sivil toplum, yapılanması kentimizdeki sorunların çözümüne yönelik güncel, gerçekleştirilebilir ve işe yarar söylem ve araçlara sahip olmaları doğal bir beklentidir. İlimizin kemikleşmiş sorunlarına dönük çözümleri, somut ve açık yüreklilikle dile getirmeleri asli vazifeleri olmalıdır.

Ne yazık ki; mevcut problemlere çözüm üretecek kadroların müphemliği, sorunların çözümü önünde ciddi bir barikat olarak duruyor!

İddiası, iddialı, ısrarı, programı, kimliği olmayan; prestij, para, mevki-makam peşinde koşan, kibir küpü, kifayetsiz, muhterislerin bu kentin geleceğine katabilecekleri bir şeyleri yoktur. Toplum için dert-deva, dava, amaç, gaye uğrunda bir alternatif olmaktan ziyade kişisel ve grupsal iş-çıkar, makam-mevki, prestij ve itibar için bu işe soyunanların fikir ve düşünce üretmeleri beklemek beyhudedir.

Sivil toplum örgütleri bu kentte var olabilir ama alan olarak etkisiz, işlevsiz, ve varlığı sembolik olarak kalmaktadır. Sonuç olarak sivil toplumun kurumsal varlığı, tabelaların asılı olması, bir kentin sorunlarına eğilmeleri için yeterli değildir. Bir zihniyet değişimim elzem olduğu, bununda ancak toplumun önünde giden iyi yetişmiş beyinlerin getireceği fikirle olacağı tahmin etmek zor değil.

Ne yazık ki; sivil toplum yapılanması da demokratik geleneğe sahip olmaktan, uzaktır. Geçmiş bir takım kalıntıları veya tortuları özellikle sendikal yapıda da varlığını sürdürdüğünü görüyoruz. Kimi sendika yöneticilerine karşı lider kültü derekesinde bağlılık gösteren kitlelerden de söz etmek mümkün.

Sivil toplum örgütleri kendi cennetlerini inşa ederken koordinatları toplumun hiçbir basamağına değmiyor. Netice olarak; sivil toplum kuruluşları, bir meltem esintisi duygusunu yaşatmanın ötesinde varlık göstermemeleri durdukları yeri gösterir. Kendi mutluluğundan başka hedefi olmayanlar toplumla ortaklaşamazlar.
Merhum Abdurrahim Karakoç’un “Vasiyet” adlı şiirinde dediği:

“…Ölürsen de hak yeme, hak yedirme
Aka kara, karaya ak deme
Adaletten ayrılırsa mahkeme
Bir hakime, birde kanuna tükür.”