Dindarlık; eylem ile söylem, teori ile pratik arasına sıkışmış, yönünü kaybetmiş, vicdanla yaşam arasındaki gerilimde anlamını yitirmiş durumda. Ortaya çıkan şey inanç değil, bir itaattir.

Din, hakikate değil siyasal bir hedefe dönüştürüldüğünde anlam yitirir.
Haramın adını telaffuz eden ama o haramla kol kola yaşayan bir gündelik
hayat…

Bugün birçoğumuz için dindarlık, Allah’a yakın olma çabası değil, muktedirlere
yakın durma arzusu ya da uzak düşmeme telaşıdır.
Çünkü iltimas, inancı terbiye ediyor; dinin yaşana bilirliği değil, pazarlana
bilirliği sahneleniyor.

Birçok tercihimizi fıkhi kaygılar değil, siyasi kaygılar belirliyor.
Mevcuda itiraz eden değil, mevcudun içinde kendine göre bir pozisyon icat eden
dindarlık bu. Sistemle barışmış bir inanç düzeni, zamanla inancı da düzen kadar yüzeysel hâle
getiriyor.

Bu düzende adalet, liyakat, emanet, tevazu… Hepsi söylendikçe içi boşaltılmış,
içeriksiz ama hâlâ göz boyamakta kullanılan kavramlar olarak yerini alıyor.
Hülasa, tüm bunlar bireysel tercihler meselesinin ötesinde yapısal bir
ikiyüzlülüğün sistematik yansıması.

Bu sistemde günah, kişisel bir sapma değil, kolektif bir düzenin doğal sonucu.
Sistemin çarpık işleyişi, dindarlığı inançla değil, imtiyazla özdeşleştirir hâle
getiriyor.

Çünkü amaç, haramı hayatımızdan çıkarmak değil, haramla yaşanabilecek bir
çıkış yolu, çıkış dili bulmak. Ve bu, bir zihniyetin röntgeni. Sistemin ritmine
uymuyorsan, uyumsuz sayılıyorsun. Çünkü gösteriş, tevazunun üstüne çıkıyor.
İnanç, bir sistem ya da siyasi duruştan fazlasıdır. Yaşanan, hissedilen, içten bir
hâldir. Sözle değil, kalple tecelli edendir.

İnanç ne ideolojik ne çıkarcı… Gösterişsiz, kavgasız, riyasız… İçten bir hâl.
Temiz bir söz. Yalın bir yaşayıştır. İnanç, camide başlayıp evde, işyerinde bitmemeli; hayatın her anına, her alanına
sinmelidir. Yani din, hayatın içinde olmalı. Dini inanç sadece nutuklarda değil; yaşamın her evresinde kendini
hissettirmelidir. Dini bir siyasi araç, bir hizip sembolü hâline getirdik. İnancı kimlik göstergesine
çevirdik.

Oysa dini inanç, gösteriş peşinde olmak değildir. Kimseyi ikna etme derdinde
olmak hiç değildir. Teslimiyetin adıdır inanç. Bilgiden çok yaşayıştır. Sahici bir inanç atmosferinde
namaz, özlemle ve huşu içinde kılınır; oruç, bir arınma olarak icra edilir.
Bugün inanç, toplumu ahlaken mayalayan bir hakikatten çok, bir sadakat
göstergesine dönüştürülüyor; siyasi bir meşruiyetin aracı olarak kullanılıyor.
Hangi dindarlık, adaletin kurban edildiği bir zeminde meşruiyet kazanır?
Bu yazı kimsenin imanını yargılamaz. Sadece bugünkü mevcut durumun
zeminini sorgular.

Hiçbirimiz günahsız değiliz, evet. Ama herkesin susması da ayrı bir günah
olmasın?