Bazı sözler vardır, sadece düşünce üretmez… İçini yakar, yönünü değiştirir. Ali Şeriati, o sözlerden biriydi.
Onu tanımadım; onunla hiç konuşmadım.
Ama bir dönem sustuğum ne varsa, onun cümlelerinde yankı buldu.
Kalemin kan gibiydi Şeriati…
Bir inancı kanatırken, bir halkı uyandırıyordun.
Ama o kalem bazen çok sivriydi.
Ve bu yüzden bazen hakikat de kanadı.
Ali Şeriati, ne tam bir ilahiyatçıydı ne de salt bir ideolog.
Bir “inanç sosyoloğu” gibiydi;
yani inancı, sadece dua eden insanlarla değil,
toprağın, açlığın, adaletsizliğin, zincirlenmiş halkların tarihiyle birlikte okuyan bir yürek.
“Dine karşı din” derken, aslında iktidar eliyle çürütülmüş kutsalı hedef alıyordu.
Yani "şekil" ile "öz" arasındaki savaşı...
Ali ile Muaviye’nin değil —
Ali ile Ebu Süfyan’ın kavgasını anlatıyordu.
Bugün dönüp baktığımızda, onun mirasında hâlâ titreşen bir acı var.
Zira Şeriati, sadece sisteme karşı değil, kendi halkına, kendi camiasına, kendi dostlarına da yabancılaşarak yaşadı.
Yalnızlıktan bir kale inşa etti.
Ve o kalede kendine bir yer açarken, bazılarımızı da sessizce oraya çağırdı.
Ben de o çağrıyı bir zamanlar duydum.
Ve şimdi, yeniden duyuyorum.
Ama bu defa bir devrimci öfkeyle değil,
bir dervişin sükûnetiyle dokunmak istiyorum o söze.
Çünkü bazı sözler...
Yaradır.
Ama içte bir uyanış başlatır.