Demirtaş'a soru yönelten 45 kişi arasında Ali Duran Topuz, Barış Terkoğlu, Melda Onur, Dilşat Aktaş, Şanışer, Ercan Kesel, Fatih Polat, Aylin Aslım, Nevşin Mengü gibi isimler de yer alıyordu.

Demirtaş'ın yanıtladığı soruların bazıları şöyle:"PKK ÜYESİ YA DA YÖNETİCİSİ OLSAYDIM GİZLEMEZDİM"

Barış Terkoğlu (gazeteci): PKK ile ilişkili olmakla suçlanarak yargılanıyorsunuz. Öte yandan azımsanmayacak sayıdaki kimi destekçilerinize göre siz PKK’ya ya da Kandil’e karşı tavrınızın kurbanı oldunuz. Bunlardan hangisi doğru? Demirtaş PKK’nın ya da Kandil’in vitrini mi, yoksa panzehiri mi? Ben PKK üyesi veya yöneticisi olsaydım bunu en azından mahkemede asla gizlemezdim. Neysem oyum. Saklayacak, gizleyecek hiçbir şeyim yok. Yasadışı bir faaliyetim yok. Zaten hakkımda öyle bir iddia da yok. Twitter hesabımda açıkladığım ve mahkemede hepsi de çürütülen birkaç somut iddia dışında, iddianamelerin tamamı kamuoyunun duyduğu, bildiği konuşmalarımla doludur. Savcılar bu konuşmalarımdan yola çıkarak PKK kurucusu ve yöneticisi olduğumu iddia edip dava açtılar. Bu da beni PKK yöneticisi yapmaz. Ben siyasetçiyim ve HDP dışındaki hiçbir örgütsel yapıya bağlı ya da tabi değilim. Silah ve şiddet yöntemini de benimsemediğim, doğru bulmadığım için demokratik siyaset yolunu tercih etmiş bir siyasetçiyim. Demokratik siyaset, şiddetin alternatifi ve panzehiridir. Tüm sorunların barışçıl siyasi yollarla çözülmesi gerektiğine inandığım için de HDP’de siyaset yapıyorum.

"İKTİDARDA YER ALIP BİZ ÇÖZELİM SORUNLARI"

Ali Duran Topuz (gazeteci, gazeteduvar’ın yayın yönetmeni) Son yerel seçimde büyükşehirlerde Kürtlerin oyları kilit rol oynadı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi oy desteğine karşılık bir tür cemile olarak Kürtçe kursları açtı. Fakat dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı İstanbul’u tanıtan 10 dilli, 20 dilli broşürlerde, kitapçıklarda Kürtçe yok, şehirde Kürtçe tabela yok, Kürtçe anons yok. Öte yandan, Kürt meselesi majör kavramlara kilitlenip kalmış görüntüsü vermiyor mu? Yani anayasal eşitlik, anadilde eğitim, siyasal katılım hakları etrafındaki tartışma ve kavgalar sürerken büyükşehirler Kürtçeyi hızla eritiyor. Kürtçenin tartışmalarda daha önde yer alması, Kürtçeye yönelik taleplerin daha da güçlendirilmesi gerekmiyor mu? Bu meseleye ilişkin diğer partilere dair gözlemlerinizi de merak ediyorum. Kaygılarınıza da, eleştirilerinize de katılıyorum. Ancak Kürtçe dahil olmak üzere bütün dillerin korunabilmesi ve geliştirilebilmesi için bir kamusal destek politikasına ihtiyaç var. Yani anayasal ve yasal bir altyapı sağlanarak, bir devlet ve hükümet politikası olarak Kürtçenin her alanda kullanılması desteklenmediği sürece, baskı altındaki bir dilin korunabilmesi böyle bir çağda neredeyse imkânsızdır. O halde tüm dillere özgürlük sağlayacak bir hükümet programıyla merkezi yönetime, yani hükümete talip olmak en doğru seçenektir. Neden diğer partilerden talep edelim ki? İktidarda yer alıp biz çözelim sorunları. Bir halkın bu en temel hakkına saygı duymayan hiçbir siyasi anlayışın iktidar olma şansı yoktur bence, en azından HDP olmadan şansı yoktur diyelim. Biraz özgüvene ihtiyacımız var sadece. Talep eden değil, icra eden olalım artık. Neden biz de yönetimde olmuyoruz da, gelecek olan yeni yönetimden neyi nasıl talep edeceğimizi düşünüp duruyoruz?

"SUSAMAM'I DİNLEYİNCE ÇOK MORAL BULDUK"

Şanışer (müzisyen): Ben her geçen gün müziğin ve sanatın değiştirici gücüne olan inancımı yitiriyorum maalesef. Orada bulunduğunuz sürede pek çok sanat eseri verdiğinizi göz önünde bulundurarak size şunu sormak istedim: Sanat, sanatçıyı rahatlatmaktan, tedavi etmekten daha büyük bir amaca hizmet edebilir mi gerçekten? Arkadaşlarınla birlikte yaptığın “Susamam”ı biz burada, kör bir hücrede televizyondan dinledik ve şarkının bizi iyileştirdiğini hissettik. Çok samimiyim, gerçekten öyle oldu. Çok moral bulduk. Böyle böyle ayakta kaldık burada. Direnişlerin, sanatın, edebiyatın, kalabalıkların dışarıdan gelen sesi sadece hapishanelere değil, açık bir cezaevine dönüşmüş ülkeye de iyi geliyor. Yapılan hiçbir güzel şey boşa gitmiyor, emin olabilirsin. Dewamke :)

"HASAN SÜRGÜCÜ OLMAK KOLAY İŞ DEĞİL"

İrfan Aktan (gazeteci): “Gün Olur Devran Döner” öykünüzde karakolda işkenceyle öldürülüp “terörist” diye kayda geçirilen Devran Sürgücü’nün hikâyesini okuyoruz. Devran'ın ölüm tutanağına imza atan, işkenceyi örtbas eden savcı Salim Bey, olaydan yirmi beş sene sonra Devran'ın köyüne, babasına konuk oluyor. Devran’ın babası Hasan Sürgücü’nün oğullarının öldürülmesinde parmağı olan birini ağırlaması, ona beklenen tepkiyi göstermemesi, o anlamlı tepkisizlik, derin sessizlik bize ne anlatıyor? Siz Hasan Sürgücü olsaydınız, aynı şeyi yapar mıydınız? Hasan Sürgücü olsaydım aynı şeyi yapar mıydım? Zor soru gerçekten. Hasan Sürgücü olmak kolay iş değil. Hasan Amca’nınki tepkisizlik değil aslında. Gelenekle yoğrulmuş sabrın ve erdemin büyük bir tepkisi diyebiliriz. Onunkisi, karşısındaki alçalmayı kendi ağırlığıyla ezmek. Henri Charrière’nin Kelebek romanındaki kahramanı Kelebek gibi, Hasan Amca da yılların verdiği olgunlukla intikam duygusunu erdeme dönüştürmeyi başarıyor. Az bir şey değil bu ve bence çok saygın bir tutum.

"SOLCULUK MUSLUĞU SAĞA TESLİM EDİP SUSUZLUĞA KARŞI DİRENMEK DEĞİLDİR"

Başaran Aksu (Umut-Sen örgütlenme koordinatörü) Sizin içeride olduğunuz süre boyunca Anadolu’nun çok sayıda ilinde işçiler çeşitli hak kayıpları gündemleriyle bazıları kısa süreli ve kendiliğinden, bazıları örgütlü ve uzun süren direnişler, eylemler yaptılar. Örneğin, Şanlıurfa-TÜVTÜRK’te sendikalaşma nedeniyle işten atılan Nakliyat-İş üyesi işçilerin direnişi 700’lü günlerde, sürüyor. Ancak, üç işçi konfederasyonu da, bir-iki bağlı sendikayı dışarıda tutmak koşuluyla, işçilerin bu direnme eğilimiyle bağ kurmuyor, hatta bazen doğrudan işçilerin karşısında konumlanan tutumlar sergiliyorlar. Yine örneğin, Soma’da Türk-İş’e bağlı sendikanın patronla yaptığı protokol nedeniyle yedi yıl boyunca kıdem tazminatını alamayan 3500 maden işçisi yeni kurulan bir bağımsız maden sendikası öncülüğünde bir buçuk yıl süren tavizsiz mücadele sonucu TBMM’yi işçi lehine yasa çıkarmak zorunda bırakarak tazminat haklarını alabildi. Anadolu’nun emekçileri proleterleşirken, sendikaları sarılaşırken işçiler arasında bir direnme eğilimi ve yeni örgütlenme, yol bulma arayışları artıyor. Siz bu değişimi, dönüşümü nasıl gözlemliyorsunuz? Bu tabloyu dikkate alınca, işçilere çağrınız, öneriniz ne olur? Ülkemiz soluna, işçi sınıfına bu uzaklığını aşması için önerileriniz ne olur? Sınıf temeli direnişlerin lokal düzeyde bile olsa sürmesi çok değerlidir. İşçilerin gerek ideolojik yakınlıkla, gerekse de mecburiyetten sarı sendikalara yönelmesi, sağ iktidarların bilinçli ve merkezi politikalarından bağımsız değil. Biz demokrasi ittifakından söz ederken, solun da kendi içinde bir sol ittifakla bu demokrasi ittifakında yer alması gerektiğini söylüyoruz. Yani sol siyaset, bir hükümet programıyla ortaya çıkarak, seçimlerden gücü oranında alacağı sonuca göre yönetime dahil olmalıdır. Musluğu sağa teslim edip susuzluğa karşı direnmek değildir solculuk. O nedenle, ciddi bir siyasi öncülük görevi solun (birleşik solu kastediyorum) önünde tüm yakıcılığıyla duruyorken bundan kaçınmak sadece sömürünün katmerleşmesine yol açar. Evet, direnmek önemlidir, ama kazanmak da gerekir. Solun önünde hem bu görev hem de fırsat var. Bunları iyi değerlendirmek gerekir. Özellikle TİP, EMEP, Sol Parti gibi önemli sol aktörlerin bu süreci ciddiyetle ele almalarında yarar görüyorum. Ayrıca Kürt partileri de bu blokta yerlerini alabilirler. HDP’nin ise buna zaten kapalı olmadığını biliyoruz. Anti-faşist blok önermesi budur zaten.

"KADIN MÜCADELESİ BÜYÜYOR"

Aylin Aslın (müzisyen): 2005 yılında ilk kez Diyarbakır’a gittiğimde, basında kadın cinayetlerine “töre cinayeti” deniyor olmasından, bu cinayetlerin Güneydoğu’ya ve Kürtlere has bir sorun olarak lanse edilmesinden çok büyük bir rahatsızlık duyulduğunu görmüştüm. Nebahat Akkoç’ların KAMER’ine, İzmir’den Trabzon’a kadar Türkiye’nin her yerinden kadınların sığınma, saklanma başvuruları yaptığını öğrenmiştim. Nitekim, yıllar içinde hakikat daha iyi görülerek “töre cinayeti” tabiri kullanılmaz oldu. Bunun arkasında büyük farkındalık çalışmaları emeği olmasına rağmen, sizce neden kadın cinayetleri her bölgede korkunç bir tırmanışla devam ediyor? “Aslında eskiden daha fazla kadın cinayeti işleniyordu, ama iletişim araçları kıt olduğu, sosyal medya olmadığı için görünürlüğü azdı” yorumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Bir de bunca farkındalık ve kadın çalışması olmadığını düşünün? Demek ki durum facia ötesi olacaktı. O nedenle, kadın mücadelesi sonuç almıyor diye düşünmemek gerekir. Kadın mücadelesi büyüyor, ama iktidarın kadın karşıtı politikaları da, uygulamaları da büyüyor. Kadın cinayetleri ile kadına yönelik şiddette artışın en büyük nedeni budur. Kurmak istedikleri toplum düzeni açısından kadını bir tehdit unsuru olarak gören bir zihniyet, her alanda kadının bastırılması, eve hapsedilmesi, erkeğe tabi kılınması için açık bir söylem ve eylem üretiyor. Dahası, bunu teşvik ediyor. Siyaseti, yargısı, medyası, tarikatı, cemaati, STK’si falan tümüyle bu bilinçle hareket ediyor. Bunu kendilerinde bir hak, “ahlâk” için zorunlu koşul olarak görüyorlar. Bu iktidar gittikten sonra da bu zihniyetin değişmesi zaman alacak. Ama başka çare yok; tüm alanlarda kararlılıkla, cesaretle mücadeleye devam edilmeli. Ahlâk adı altında kurdukları bu en ahlâksız yoz düzeni kabul etmemek lâzım. Ben bunu daha çok erkeklere söylüyorum elbette. Yoksa her “mahalle”den kadın direniyor zaten. Sorunun kendisi kadın değil, erkektir nihayetinde

"İMKANLARI ARTIRIP BASKIYI AZALTACAK BİR ÖNERME VAR: DEMOKRASİ İTTİFAKI"

Aylime Aslı Demir (Kaos GL yazarı): “Bu toplumda sadece heteroseksüeller yaşamıyor, biz de varız” diyerek yola çıkan LGBTİ+’lar, cinsel yönelim ve cinsiyet kimliği ayrımcılığına karşı eşit yurttaşlık mücadelesinde çeyrek asrı geride bıraktı. Bu süreç lezbiyen, gey, biseksüel, trans ve intersekslerin (LGBTİ+) psikolojik ve psikiyatrik vakalar olmaktan çıkarak sosyolojik ve siyaset bilimi sahalarının özerk özneleri olma mücadelesiyle gelişti. Adını koymak gerekir ki, bu mücadele insan yerine konmayan, mevcut cinsiyet rejiminin inkâr ettiği LGBTİ+’ların anayasal eşit yurttaşlık mücadelesidir. LGBTİ+’ların siyasal ve sosyal talepleri, nihayet hatırlanacağı gibi sizin de eş genel başkanı olduğunuz HDP ve pek çok demokratik özgürlükçü siyasi aktörler arasında kurulan ittifaklar sayesinde, en son yeni anayasa tartışmaları sürecinde anayasal eşit yurttaşlık konusu olarak doğrudan TBMM gündemine taşındı. Son beş yıldaysa sizi de özgürlüğünüzden mahrum bırakan bu süreçte bilindiği üzere anti-demokratik siyasi zor, bütün özgürlükçü-eşitlikçi tartışmaları kapattı. Hem toplumsal hayata hem de demokratik siyasete yönelik bu ablukadan çıkış için bu unutturulan özgürlükçü tahayyüller nasıl yeniden geri çağrılacak? LGBTİ+ hareketinin anayasal eşit yurttaşlık taleplerini kapsayan –geleneksel “toplum hazır değil” yalan siyasetine savrulmadan– gökkuşağı koalisyonları yeniden nasıl kurulacak? Dikkat ederseniz bana sorulan soruların birçoğu farklı problem alanlarına işaret ediyor ve her soru aslında kendi bağrında, cevaba da az çok işaret ediyor. Tüm sorunların çözümü için elimizde tek bir formül veya sihirli değnek yok. Ama sorunlarımızın çözümü için vereceğimiz mücadelede sahayı genişletecek, imkânları artırıp baskıyı azaltacak bir önerme var: Demokrasi ittifakı. Zaten bundan muradımız, tüm sorunların tek bir programla, bir seçimle ve tüm muhalefetin kerhen ittifakıyla çözülmesi değildir. Çözüm için umudun ve mücadelenin büyütülmesidir. LGBTİ+ bireylerin eşitlik talebine dair mücadelelerinin zorbalıkla, saldırılarla, tehditlerle bastırılması mevcut iktidarın ideolojik tutumundan kaynaklıdır. Demokratik bir yönetim inşa edilebilirse bu mücadeleler demokrasinin sınırları içinde yürür. Biz demokrasiyi geliştirmeye çalışırken her kesimin sorununu nihai olarak çözecek bir formül ortaya koyamıyoruz maalesef. Demokrasi tüm sorunların çözümü demek değildir, çözüm için adil mücadele imkânı demektir.

"RESİM YAPTIĞIM O 2 SAAT CEZAEVİNDE OLDUĞUMU TAMAMEN UNUTTUĞUM SAATLERDİ"

Çandar: Dış politika, Ortadoğu gerçeğine uygun yeniden düzenlenmeli Çandar: Dış politika, Ortadoğu gerçeğine uygun yeniden düzenlenmeli

Ahmet Güneştekin (ressam): Neredeyse dört yıllık bir tutsaklık nedeniyle özgürlüğünüzden yoksun bir süreç yaşıyorsunuz. Bu süreçte gözlemlediğim kadarıyla, gündeme ve kültürel yaşama hep dahil olup yaşama sevincinizi hiç kaybetmeden varlığınızı ülkeye ve dünyaya hissettiriyorsunuz. Kimi zaman öykü yazarak, kimi zaman müzik dahil sanat disiplinlerinde üretimler sunarak sanatın güçlü kıldığı insanlardan olduğunuzu gösteriyorsunuz. Bir sanatçı olarak resim yapmanızı çok değerli buluyorum. Bu süreçte renklerle çok birlikte oldunuz. Resim yapmak, renklerin iyileştirici etkisinde bir şeyler yaratmak size neler hissettirdi? Gelecekte, özgür dünyada renklerle ve sanatla ilgili bir dünyanın inşasına nasıl bir katkı sunmayı düşünüyorsunuz? Burada resimle son derece amatör bir şekilde uğraştım. Değerli hücre arkadaşım Abdullah Zeydan ile birlikte, haftada iki saat, hücreden bozma bir atölyede, infaz memurlarının gözetiminde resimle uğraştım biraz, hepsi o. Resim yaptığım o iki saat, cezaevinde olduğumu tamamen unuttuğum saatlerdi, bundan emin olabilirsiniz. Öyle ressam bir yönüm yok. Lisede resim derslerinde iyiydim sadece. Zaten korona salgını nedeniyle neredeyse dokuz aydır atölyeye gitmemiz de yasak. Odaya renkli kalem bile verilmiyor. Dolayısıyla artık resimle ilgilenemiyorum. İleride resimle veya genel olarak sanatla ilgili bir üretimim olur mu, bilemiyorum doğrusu. Kişisel olarak edebiyatla uğraşırım herhalde. Ancak sanatın ve sanatçıların desteklenmesi için aklımda çok ciddi ulusal ve uluslararası ölçekte projeler var. Bir gün dışarıda olursam, konumum ne olursa olsun, bu projeleri hayata geçirmeyi, sanatçıları ve edebiyatçıları destekleyecek çalışmalar yapmayı çok istiyorum.