Bu romanın kahramanı kadar, yaşadığı şehir de bir ruhtur. St. Petersburg, karanlığıyla, dar sokaklarıyla, yoksul insanlarıyla bir vicdanın haritasıdır.
Sanki Tanrı gökyüzünden çekilmiş, yerinde ağır bir sis kalmıştır.
Her evde bir suç, her sokakta bir dua kokar.
Bu şehirde insanın yüreği, kendi aklıyla çatışır; ve o çatışmanın ortasında Raskolnikov yürür — yoksul, gururlu, zeki, huzursuz bir öğrenci.
Raskolnikov’un adının kökünde “bölünme” vardır.
O, Dostoyevski’nin insanı ikiye ayıran elidir: bir yanıyla Tanrı’ya inanan, diğer yanıyla Tanrı’yı reddeden.
Bir yanı merhametli, diğeri kibirli.
Odanın içinde yalnız değildir; onunla birlikte insanlığın bütün çelişkileri oturur.
Yüksek tavanlı olmayan, havasız, daracık bir odadır o;
ama içinde felsefeler, dualar ve isyanlar döner.
Bu oda, Raskolnikov’un zihninin içidir.
Suç burada doğar, çünkü insan bazen eylemi değil, fikri işler.
Dostoyevski’nin kalemi Raskolnikov’un içinde akarken, dünya da değişmektedir.
19. yüzyıl Rusya’sı, Tanrı’dan uzaklaşan bir çağın eşiğindedir.
Feodal düzen çökmekte, yeni düşünceler yükselmektedir.
Raskolnikov’un “üst insan” teorisi, Nietzsche’nin fikirlerinden önce doğar:
“Bazı insanlar suç işler ama insanlığa hizmet eder.”
Oysa Dostoyevski’nin cevabı keskindir:
İnsan, Tanrı’yı susturduğu anda kendine ihanet eder.
Bu yüzden Raskolnikov, tefeci kadını öldürmeden önce bile suçludur.
Çünkü suç, bıçağın saplandığı anda değil, vicdanın sustuğu anda başlar.
O cinayet, Tanrı’ya karşı işlenmiş bir meydan okumadır.
Ama Tanrı odayı terk etmez; sessizce izler. Ve Raskolnikov, her nefesinde kendi yargısına daha da yaklaşır.
Romanın içindeki diğer karakterler, bu vicdan savaşının farklı yüzleridir.
Sonia Marmeladova, yoksulluğun ve günahın içinden süzülen bir rahmettir.
Bir fahişe ama bir azize.
Tanrı’nın sevgisini bedeninin değil, ruhunun içinden taşır.
Onun yanında Raskolnikov ilk kez affedilmeyi değil, anlaşılmayı ister.
Çünkü Sonia, konuşmadan da insanı dinleyebilen bir kalptir.
O, Dostoyevski’nin merhametle kurduğu en derin aynadır.
Porfiry Petrovich, sorgu yargıcı, romanın vicdanıdır.
Bir dedektif değil, bir ruh araştırmacısı.
O, Raskolnikov’un gözlerine bakarak suçun izini sürer; ama kanıt değil, itiraf arar.
Çünkü bilir ki insan, kendi suçunu başkasına değil, yalnızca kendine itiraf eder. O anlarda roman, mahkeme değil, dua gibidir.
Ve sonra karanlık bir gölge geçer hikâyenin içinden: Svidrigailov.
O, insanın karanlık tabiatıdır; tutkuların, pişmanlıkların, Tanrı’sızlığın bedeni.
Raskolnikov’un düşebileceği en uç yeri temsil eder.
Svidrigailov’un varlığı, Tanrı’nın sustuğu anda insanın içine çöken sessizliktir.
O sessizlik, sonunda intiharla biter.
Bu yüzden Dostoyevski’nin dünyasında ölüm bile bir itiraf biçimidir.
Romanın merkezindeki şehir, bütün bu karakterlerin gölgesini taşır.
St. Petersburg yalnız bir şehir değil, bir ruh hâlidir.
Sokaklar yorgun, evler hastadır.
Dostoyevski orada Tanrı’sız bir dünyanın kokusunu duyurur:
yoksulluk, susuzluk, alkol, hastalık ve umut.
Bir sokaktan diğerine yürüyen Raskolnikov, aslında kendi içine yürür.
Her adımı, bir düşünceden diğerine atılmıştır.
Bu yüzden romanın gerçek mekânı Petersburg değil, insanın içidir.
Cinayet işlendikten sonra Dostoyevski romanını bir polisiye gibi değil,
bir ruhun çöküşü gibi sürdürür.
Raskolnikov kaçmaz; çünkü kaçacak yer kalmamıştır.
Vicdan, en dar sokaktan bile daha dardır. Sonia ile karşılaştığında romanın yönü değişir. O kadın, düşmüş bir bedenin değil, ayakta duran bir inancın temsilidir.
Sonia ona Tanrı’nın susmadığını,
ama insanın O’nu duymayı unuttuğunu hatırlatır. Ve o hatırlayış, bir ışık gibi Raskolnikov’un içine sızar.
Romanın son sayfaları, Sibirya’da açılır.
Kar, sessizlik, sürgün…
Raskolnikov orada yalnızca cezasını çekmez; kendi insanlığını yavaş yavaş söker.
Sibirya, Dostoyevski’nin karla örtülü vicdanıdır — insanın kendine dönme coğrafyası. Orada anlar ki kurtuluş, Tanrı’nın bağışı değil, insanın gayretidir.
İtirafla başlayan, sessizlikle olgunlaşan bir gayret. Çünkü Tanrı, insanın kendi çabasında gizlidir; her nefesin içinde bir sınav, her sınavın içinde bir ölçü saklıdır.
Ve o ölçü, Dostoyevski’nin dünyasında yalnızca ahlak değil, bir diriliş biçimidir.
Yemekte, konuşmada, sevgide, öfkede…
İnsan, ölçüyü bulduğu anda insan olur.
Edep, o ölçünün nabzıdır.
Sessizlik, o nabzın ritmi.
Ve insan, o ritme uymayı öğrendiğinde artık suçtan değil, kendinden kurtulur.
Suç ve Ceza, bu yüzden zamana direnmiştir. Çünkü bir dönemi değil, insanın kendini anlatır. Bir şehirden değil, bir vicdandan söz eder.
Dostoyevski, yargılayan bir Tanrı değil, bekleyen bir Tanrı çizer. İnsan ise o bekleyişin içinden geçerek kendi yargısına varır. Raskolnikov’un hikâyesi bir itirafla başlar, bir dua ile biter.
Ama o dua sözcüklerle değil, sessiz bir kabullenişle fısıldanır. Bugün hâlâ aynı soruyu sorar roman: “İnsan, Tanrı’sız bir çağda nasıl insan kalır?”
Cevap belki Dostoyevski’nin değil, insanın kendi gayretindedir. Ve o gayretin kalbinde, hâlâ üç kelime yanar: ölçü, edep, sessizlik.
Çünkü insan, o üçünde insan kalır.