Kadınların o derin, görünmeyen yaralarını düşün. Bir dağın gölgesinde büyüyen bir kız çocuğunu… Sessizliğin en ağır hâlinin, kimi zaman insanın kendi omuzlarına çöktüğünü bilirsin. İşte o sessizlik, coğrafyanın taşıdığı acıyla birleştiğinde, bir romanın doğduğu ana tanıklık ederiz. Mülkiye Tekin’in kaleme aldığı “Asmin”, yalnızca bir karakterin değil, bir toplumun susturulmuş geçmişinin, kadınların içlerine gömdüğü çığlıkların sesi. Biz de Tekin’le hem kendi yaşam yolculuğunu, hem de Asmin’in uzun ve çetin serüvenini konuştuk.
Dağların Çocukluğu, Kadınlığın Sessizliği
Hakkâri’nin Şemdinli ilçesine bağlı Şapatan’ın Dereboyu mezrası… Nefes alışın bile rüzgâra karıştığı, sessizliğin taşların arasından sızdığı bir yer burası. Kış mevsimi uzun; kar evlerin damlarına battaniye gibi serilirken, içeride sobanın çıtırtısı çocukların iç sesiyle yarışır. Mülkiye Tekin tam da böyle bir evde büyüdü.
Onun için doğduğu yer, yalnızca bir coğrafya değil; yıllar sonra kelimelerine sinen bir damar, bir ritim, bir koku oldu. Mezranın rüzgârında savrulan çocukluk, kadınlığına taşınan sessizlikle birleşti. Ama o sessizlik, her kadının içinde uyuyan bir çığlıktı aslında. Ve bir gün, o çığlık bir romana dönüşecekti.
Çocukluğunu anlatırken gözleri uzak bir noktaya kayıyor; sanki orada hâlâ sesi duyulmayan küçük bir kız duruyor. Ardından yavaşça gülümsüyor.
“Asmin nasıl bir hikâyeden doğdu?”
Mülkiye Tekin bu soruya şöyle yanıt veriyor:
“Asmin, yalnızca bir karakter değil; yıllardır içimde taşıdığım yüzlerce kadının sesiydi. Coğrafyamızda kadınların yaşadığı acılar, görünmeyen yaralar ve güçlü direnişler hep beni derinden etkiledi. Bu roman, isimler dışında neredeyse tamamen hakikatin içinden süzüldü. Asmin bir kadının hikâyesi gibi görünse de aslında bir toplumun sessiz çığlığının ete kemiğe bürünmüş hâlidir.”
Aslında bu cümle romanın kalbini işaret ediyor. Çünkü Asmin, bir kişinin kaderi olmaktan çıkıp yüzlerce kadının ağır yükünü sırtlanıyor. Tekin, bu yükü kelimeleriyle hafifletmek ister gibi konuşuyor. Ve insan biliyor ki bazı romanlar “yazılmak” için değil, “zorunluluktan doğmak” için vardır.
Coğrafya Bir Yazgıdır: Kadının Omuzuna Binen Kader
Dağlar yalnızlığı öğretir; yağmur dayanıklılığı, kış sabrı. Tekin’e göre Doğu’da kadın olmak, doğanın bütün sınavlarını insanın kendi ruhunda yeniden yaşamaktır. Toplumun keskin kuralları, geleneklerin sessiz baskısı, görünmeyen ama her kadının üzerinde taşıdığı ağırlık, Asmin’in sayfalarına sinmiş durumda.
“Roman neden bu kadar gerçeklik taşıyor?”
Tekin duraksamadan yanıtlıyor:
“Bu topraklarda kadın olmak, çoğu zaman bir ömürlük sınavı omuzlamak demektir. Asmin’in yaşadıkları, tanıdığım birçok kadının acılarından, kendi yolculuğumun karanlık ve aydınlık zamanlarından izler taşıyor. Bu romanı yazarken ne kurguya sığındım ne de hayale… Gerçeklerin içinden geçerek, her cümlede o kadınların nefesini duyarak yazdım.”
Onun ses tonu, “acıya tanık olanın kalemi yalan söylemez” der gibi. Romanın sert ama aynı zamanda şefkatli çizgisi biraz da bundan.
Bir Kadının Kendini Yeniden Yazma Hakkı
Mülkiye Tekin’in kendi hikâyesi, romanın arka planında ağır ağır yankılanan bir hayat anlatısı. Mezrada başlayan çocukluk, genç yaşta omuzlara yüklenen sorumluluklar, geleneksel baskılar, kadın olmanın görünmez ama çok güçlü zincirleri…
Ama o hiçbir zaman bu zincirlere boyun eğmemiş. Eğitimi yarım kalmaya yüz tutsa da, “kader” denilen o dar çemberin içinde sıkışıp kalmayı kabul etmemiş.
“Sizin hikâyeniz bu romana nasıl yansıdı?”
Tekin, kendi yaşamıyla romanı arasındaki bağı şöyle anlatıyor:
“Şapatan’da doğdum. Dağların arasında başlayan yaşamım, erken yaşta omuzlarıma yüklenen sorumluluklarla şekillendi. Buna rağmen eğitimin peşini hiç bırakmadım. Ortaokulu, liseyi, ardından üniversiteyi tamamladım. Çocuk Gelişimi ve Sosyoloji eğitimi bana insanı, toplumu ve kadınların görünmeyen kırılganlıklarını anlamayı öğretti. Bu birikim romanın her satırında var.”
Ev içindeki yükler, sosyal baskılar, ekonomik zorluklar… Hepsine rağmen, her gece küçük bir masanın başında defterlerini açan bir genç kadın var karşımızda. Hayallerini satırlara taşıyıp, kaderini kalemiyle yeniden kurmaya çalışan biri.
Kelimelerle İyileşmek: Şiirden Romana Açılan Yol
Yazarın sesinde dingin ama ağırbaşlı bir ton var. Edebiyat onun için yalnızca yazmak değil; aynı zamanda iyileşmek demek.
“Edebiyat sizin için nasıl bir ifade alanı?”
“Edebiyat benim için nefes almak gibi. Şiirle başladım, çünkü acı şiire dökülür; yara şiirde kabuk bağlar. ‘Şafağın Ayak Sesleri’ ve ‘Pêla Evînê’ şiir kitaplarımda bu hissiyatı işledim. Roman ise bana çok daha geniş bir alan sundu. Asmin’in iç dünyasında gezerken kendi geçmişimle, kendi kadınlığımla, kendi yaralarımla da yüzleştim.”
Şiir onun ruhunun ilk yankısı; roman ise büyüyen sesi. Bazı hikâyeler dizeye sığmaz, bazı acılar mısralarda küçülür. “Asmin” tam da bu yüzden roman olmayı zorunlu kılmış.
“Şiir kalbimin fısıltısıysa, roman ruhumun bağırışıdır.”
Tekin’in bu cümlesi, yazar olarak dönüşümünü özetliyor. Şiir onun yüreği; roman ise mücadelesi.
Coğrafyanın Kalbinde Büyüyen Kadınların İç Savaşı
Doğu’nun dağlarında yaşayan kadınlar yalnızca hayat mücadelesi vermez; aynı zamanda kendi içlerinde görünmeyen bir savaş taşırlar. Kadın olmak, çoğu zaman bir hayatın içine sıkıştırılmış yüz yılın yükünü omuzlamak demektir. Tekin’in sesinde bu savaşın izleri var. Kelimeleri hem yumuşak hem keskin; tıpkı dağların rüzgârı gibi.
“Asmin” bu iç savaşı, bir kadının bedeninde değil, bir toplumun ruhunda işliyor. Asmin’in hikâyesi, tek bir kadına ait gibi görünse de, yüzyıllardır süregelen bir döngünün iç sesi aslında.
Aşkın Coğrafyayla İmtihanı: Asmin ve Azad
Romanın merkezinde, Asmin ile Azad arasındaki ilişki duruyor. Bu bağ, yalnızca bir aşk hikâyesi değil; coğrafyanın aşkı nasıl sınadığına dair güçlü bir metafor.
“Asmin ve Azad arasındaki bağ romanın merkezinde. Bu ilişki neyi temsil ediyor?”
Tekin bu soruyu duyduğunda gülümsüyor. Gülümsemesinde hem acı hem umut var:
“Bu iki karakter arasındaki bağ, coğrafyanın aşkı nasıl sınadığına dair bir metafordur. Sevgi burada kolay değildir; bazen yara, bazen sığınaktır. Asmin ve Azad’ın sevgisi, insanın kendi karanlığıyla yüzleşme biçimidir. Dirençtir, umuttur, bazen de yeniden doğuştur.”
Asmin, Azad’da yalnızca bir sevgili değil, kendine tutunacak bir gerçeklik, bir nefes buluyor. Aşk ve direniş, roman boyunca birbirinden ayrılmaz hâle geliyor.
Kadının Kaderi Değişir mi?
Bir toplumun kadınlara dayattığı kader yüz yıllar boyunca değişmemiş olabilir; ama bireylerin hikâyeleri değişmeye başladığında tarihin akışı da yavaş yavaş kırılır.
Mülkiye Tekin’in kalemi, işte bu kırılmanın ortasında duruyor. O, kaderi yazılan değil, kaderini yazan kadınların hikâyesini anlatıyor.
“Bu romanın okuyucuya vermek istediği en güçlü mesaj nedir?”
“Bir kadının hikâyesi asla tek başına değildir. Asmin’in sesi, onunla aynı yolu yürüyen, aynı acıyı taşıyan binlerce kadının sesidir. Okurdan isteğim, bu romanı yalnızca bir hikâye gibi değil, bir yüzleşme ve bir çağrı olarak görmesidir. Çünkü acı anlatılmadıkça büyür; paylaşıldığında ise değişimin kapısını aralar.”
Romanı bitiren okur, yalnızca Asmin’i anlamaz; kendi içindeki Asmin’le de tanışır. Annesinde, kız kardeşinde, komşusunda, öğretmeninde, tanıdığı her kadında biraz Asmin olduğunu fark eder.
Toplumun Unuttuğu Yara: Kadınların Görünmez Acıları
Röportaj boyunca Tekin, kadınların kaderi üzerine konuşurken yalnızca bireysel örnekler değil, toplumsal bir harita da çiziyor. Kadınların sessizliği bazen bir alışkanlık, bazen bir mecburiyet.
Doğu’da kadınların çoğu zaman yaşadığı şey şu:
Konuşursa cezalandırılır, sustuğunda unutulur.
“Asmin” işte bu unutuluşun romanı. Tekin’in kalemi, unutulanı hatırlatmak için bir isyan gibi.
Görünmeyen Emek: Evlerin Duvarlarına Sinen Sessiz Kahramanlık
Her evin içinde, çoğu kez adı bile anılmayan bir emek var. Tencereye düşen su buharında, yere saçılan ekmek kırıntısında, gün doğmadan başlayan ve herkes uyuduktan sonra biten bir mesai…
Mülkiye Tekin, romanını bu görünmeyen kadın emeğine borçlu hissettiğini söylüyor:
“Asmin, her gün sessizce işini yapan, kimse görmese de evini, ailesini, toprağını ayakta tutan kadınların hikâyesidir. Onların görünmeyen emeği olmasa, bu toplum çoktan dağılırdı.”
Asmin’in roman boyunca taşıdığı yük, yalnızca kendi omzunun değil; yüzlerce kadının omzundaki yük aslında.
Gelenek, Görev, Yük: Kadınların Kader Sandığı
Bazı toplumlarda gelenekler yol gösterir; bazen de prangaya dönüşür. Doğu’nun kimi yerlerinde kadınların kaderi, daha doğdukları gün yazılmaya başlanır:
-
Kiminle evleneceği,
-
Kaç yaşında evleneceği,
-
Eğitim görüp göremeyeceği,
-
Hangi duyguyu yaşayıp hangisini saklayacağı…
Tekin, kendi hayatında bu görünmez zincirleri çok erken tanımış:
“Gelenekler kadını çoğu zaman korumuyor, onu susturuyor. Ben suskun bir kadın olarak kalmak istemedim. Benim gibi susan kadınların da sesi olmak istedim.”
“Asmin” bu suskunluğun romanlaşmış hâli. Sayfalar ilerledikçe okur, yalnızca bir kadının değil, yüzyılların sessizliğini duyuyor.
Psikolojik Yolculuk: Karanlıkla Barışıp Kendine Işık Olmak
İnsanın kendi içindeki yarayı kabullenmesi zor; o yarayı kelimelere döküp romana çevirmekse çok daha zor. Mülkiye Tekin bunu başarmış bir yazar.
“Yazdıkça iyileşiyorum. Her cümle, geçmişte bıraktığım bir yük gibi. Ama yazdığım her satırda çocukluğumun o sessiz kızını da unutmuyorum.”
Asmin’in yaşadığı içsel çatışmalar, yalnızca dış baskıların değil, kendi içindeki karanlıkla verdiği mücadelenin sonucu. İnsanın kendine sorduğu “Kimim, nereye aitim, sevgiyi hak ediyor muyum?” soruları romanın psikolojik damarını oluşturuyor.
Her İnsan Bir Evdir: Karakterlerin İç Dünyası
Bir roman yazmak, yalnızca karakter yaratmak değil; onların içinden bir dünya kurmaktır. Tekin, Asmin’i yazarken, birçok kadını aynı bedende buluşturduğunu söylüyor:
“Asmin aslında tek bir kişi değil. Çocukluğumda tanıdığım kadınların sesi, gençliğimde gördüklerimin izleri, annelerin fısıltıları… Hepsi onun içinde bir araya geldi.”
Azad da tek bir erkek değil; toplumun erkeğe yüklediği rollerin, sorumlulukların, sevgiyi ifade edemeyişlerin bir toplamı.
“Biz erkekleri de toplumsal baskının kırdığı insanlar hâline getiriyoruz. Azad da bu baskının içinde yetişmiş bir adam. Sevmeyi biliyor ama ifade etmeyi bilmiyor. Korumak istiyor ama nasıl koruyacağını bilmiyor. Bu da onun iç çatışması.”
Bu yaklaşım, romanı tek boyutlu olmaktan çıkarıp çok katmanlı bir anlatıya dönüştürüyor.
Coğrafyanın Ruhla Diyaloğu
Doğduğumuz yer, büyüdüğümüz ev, çocukken baktığımız dağlar, dinlediğimiz hikâyeler… İnsan tüm bunların toplamı. Bu yüzden Tekin’in romanlarında coğrafya bir fon değil, başlı başına bir karakter.
“Dağlar benimle konuştu. Rüzgâr bana hikâyeler taşıdı. Toprak, kadınların ayak izlerini fısıldadı. Romanı yazarken sadece insanları değil, doğayı da dinledim.”
Asmin’in içsel fırtınaları, coğrafyanın dışsal fırtınalarıyla paralel ilerliyor. Sert kışlar yalnızlığı, baharın çiçekleri umudu, yazın yorgun tarlaları tükenmişliği, sonbahar rüzgârı ise hayattan kopup gidenleri simgeliyor.
Değişmek ve Değiştirmek Arasında Sıkışan Kadınlar
Tekin, kadınların hikâyesini anlatırken kişisel bir dönüşümden çok, toplumsal dönüşüm sancısına işaret ediyor:
“Değişmek başka, değiştirmek başka bir şey. Kadınlar değişiyor ama toplum onların değiştirmesine izin vermiyor. Asmin de bu sınırın tam ortasında bir kadın.”
Kadının önce kendi içindeki zinciri fark etmesi gerekiyor. Asmin o zinciri görüyor, sonra kırmaya çalışıyor. Zincirin öte ucunda ise aile, toplum, gelenek ve geçmiş var.
Toplumsal Hafızanın Sancısı: Sessiz İsyanın Kalemi
Mülkiye Tekin, kendini “isyan eden” değil, “tanıklık eden” bir kalem olarak konumlandırıyor:
“Kadınların hikâyelerini yazıyorum ama onların adına konuşmuyorum. Sadece suskunluklarının görünür olmasını istiyorum. Bu roman bir isyan değil; bir tanıklık.”
Onun sesi sakin ama kararlı. Coğrafyanın kadınlarına duyduğu saygı, romanın en büyük motivasyonu.
Göçün Ruhunda Açtığı Yara
Göç, yalnızca bir yer değiştirme değil; insanın ruhunu ikiye bölen bir hâl. Bir yanı geride kalan evlerin duvarlarında, toprağın kokusunda, çocukluk anılarında; diğer yanı yeni bir hayata tutunmaya çalışırken yarım kalıyor.
“Göç, insanın ruhunu ikiye böler. Bir yarısı geride kalır, diğer yarısı yeni bir yere tutunmaya çalışır. Asmin de böyle bir ruh hâli taşıyor.”
Asmin’in yaşadığı içsel parçalanma, göçün bıraktığı duygusal çatlağın edebi karşılığı.
Gelenekle Modernlik Arasında Sıkışmış Hayatlar
Doğu’nun birçok yerinde kadınlar, geleneğin ağırlığıyla modern dünyanın çağrısı arasında kalıyor. Bu ikisinin arasındaki boşluk, çoğu kadının ruhunda derin bir çukur açıyor.
“Kadınlar iki dünyanın arasında kalıyor. Bu roman, o arada sıkışmışlığın hikâyesidir.”
Asmin’in kimlik arayışı, aslında bir toplumun değişim sancısının romanı.
“Asmin Kimdir?”: Binlerce Kadının Yüzü
Röportajın sonlarına doğru soruyoruz:
“Asmin sizce kimdir?”
Tekin susuyor. Uzaklara dalıyor; belki köyündeki kadınlara, belki gençliğinin karanlığına, belki kendi içindeki çocuğa bakıyor. Sonra yavaşça konuşuyor:
“Asmin tek bir kadın değil. O, binlerce kadının hikâyesi. Bazen komşumdu, bazen öğrencimdi, bazen annemdi, bazen bendim. Asmin, kadınların görünmeyen yüzüdür.”
Asmin böylece bir karakter olmaktan çıkıp bir sembole dönüşüyor. Sesi, nefesi, acısı, direnişiyle yaşayan bir toplumsal bellek hâline geliyor.
Yazmak Bir Direniştir: Kalemin Yükü ve Yazarın Sorumluluğu
Tekin, edebiyatı bir direniş biçimi olarak tanımlıyor:
“Benim kalemim, suskunluğun üzerine eğilmiş bir kandil gibidir. Biraz ışık, biraz yüzleşme, biraz umut taşır.”
“Asmin”i yazarken, kendi hikâyesini de yeniden yazmış. Toplumunun karanlık sayfalarına küçük de olsa bir ışık düşürmüş.
Okurla Buluşma: Bir Romanın Kalpten Kalbe Akışı
Okurla buluşmak, Tekin için sadece bir “imza günü” değil; hikâyenin sahibine dönüp yeniden anlam bulduğu bir an.
“Okurun gözünün içine bakmak, onun sesini duymak beni en çok iyileştiren şey. Asmin, okurun kalbiyle buluştuğunda tamamlanacak.”
14 Aralık’ta Van’da yapılacak buluşma, sadece kitap imzalama değil; Asmin’in gerçek hayatlarla buluşacağı, belki bir kadının gözyaşlarıyla konuşacağı, bir diğerinin sessizce sarılacağı, bir başkasının kendi Asmin’ini anlatacağı bir gün olacak.
Bir Çığlığın Adı: Asmin
Röportajın sonunda Mülkiye Tekin’e tekrar dönüyoruz:
“Son olarak, Asmin sizin için ne ifade ediyor?”
Derin bir nefes alıyor:
“Asmin benim içimde yıllardır taşıdığım bir çığlığın adıydı. Yazdım, çünkü sustukça büyüyordu. Şimdi onu kadınların dayanışmasına, okurların yüreğine emanet ediyorum. Belki de Asmin, hepimizin içinde saklı duran o güçlü kadının adıdır.”
Bu sözleri söylerken sesinde titreşen şey, yalnızca kişisel bir duygu değil; kolektif bir hakikat. Çünkü bu roman, bir kadın tarafından yazılmış bir kitap değil; bir kadının içindeki bütün kadınlar tarafından yazılmış uzun bir tanıklık metni gibi.
Ve belki de en önemlisi, şu gerçeği fısıldıyor:
Yara varsa hikâye vardır; hikâye varsa umut da vardır. “Asmin” tam da bu yüzden, yalnızca okunmak için değil; hissedilmek için doğmuş bir roman.