Raskolnikov’un Sürgün Defteri – Köln Günlüğü

Köln tren istasyonunun demir kokusu burnuma dolarken seni hatırladım, Raskolnikov.

Abone Ol

Yıllar önce Petersburg’un dar sokaklarında suçunla, vicdanınla ve Tanrı’yla boğuşan o genç adam…
Şimdi senin ayak seslerini Ren Nehri’nin kenarında duyuyorum.
Burada kimse kimseyi görmez. Herkes kendine çevrilmiş bir aynanın içinde, sessizce eksiliyor.
Senin “suç” dediğin şey, burada bir yaşam biçimi artık: ilgisizlik.

Benim suçum ne, Raskolnikov?

Bir ülkeyi ardımda bırakmak mı, yoksa onu hâlâ kalbimde taşımak mı?
2015’ten beri cezaevi ve sürgün arasında geçen bir hayatın içindeyim.
Hakkari’nin dağları hâlâ uykularımda, Duhok’un rüzgârı hâlâ kulaklarımda.
Yıllar geçti, şehirler değişti; ama insanın içinde taşıdığı sürgün, hiçbir sınırdan geçmiyor.

Şimdi altı yıldır Almanya’dayım; düzenin, kuralların, soğuk merhametin ülkesinde. Ama senin o “gizli mahkemen” — vicdan — hâlâ içimde hüküm veriyor.

Sen birini öldürdün, Raskolnikov.

Ben ise her gün kendi dilimi, kendi yüzümü biraz daha kaybediyorum.
Almanca cümleler kurarken, anadilimin bir kelimesi içimde yankılanıyor:

“Ez ji li vir im — ben buradayım.”

Ama bazen insan, kendi varlığını bile başka dillerde unutuyor.
Yabancı olmak sadece sokakta değil, kendi sesinde de yabancılaşmakmış.

Senin Sonya’n vardı, seni affetmeye çalışan bir sevgi. Benimse sadece adını koyamadığım bir eksiklik var içimde.
Ne aşk ne yalnızlık; ikisinin arasında, sessiz bir yorgunluk. İnsanı ayakta tutan bazen sevilmek değil, bir yerlerde hâlâ birinin seni hatırlıyor olma ihtimali.
O ihtimalle yaşanıyor burada herşey.

Ve bazen düşünüyorum: Affedilmek için illa bir kiliseye mi diz çökülür,
yoksa insan kendi yıkıntısının içinde de secde edebilir mi?

Köln Katedrali’nin taş duvarlarına baktığımda senin o iç hesaplaşmanı hissediyorum. Tanrı’nın suskunluğu, bazen suçtan daha ağır.
Burada günah modernleşmiş; artık kimse kimseye zarar vermez, ama kimse kimseyi de kurtarmaz.

Bir tür steril kötülük içindeyiz.
Belki de senin baltan, bugünün kayıtsızlığından daha masumdu.
Çünkü sen en azından bir sarsıntı yaşadın; bizse uyuşmuş bir vicdanın içinde yaşıyoruz.

Bazen trende giderken yüzlere bakıyorum. Kimse konuşmuyor, ama herkes bir şeyden kaçıyor.
Senin Petersburg’un soğuğu gibi, buranın düzeni de insanın ruhunu donduruyor. Yine de içimde küçük bir sıcaklık var: iman.
Bilmiyorum, hâlâ Tanrı’ya mı inanıyorum, yoksa sadece inancın bıraktığı hatıraya mı…
Ama bir dua kalmış bende — çocukluğumdan, annemin sesinden, köydeki sabahlardan:
“Rabbim, insanın içinde kalbini koru.”

Cezaevinde zamanı yitirmiştik.

Günlerin birbirine benzediği o taş duvarlarda, özgürlük sadece bir kelime değil, bir hissin biçimiydi.
Orada anladım ki özgürlük; ne zaman uyanıp ne zaman uyuyacağına karar verebilmekti.

Ve şimdi, sürgünde de aynı özgürlükten yoksunum.
Saatler değişti, diller çoğaldı ama içimdeki tutsaklık aynı kaldı.

Yine de bir inancım var:

Bir gün döneceğim — belki toprağa değil, ama kokusuna, sesine, insanına.
Döneceğim, çünkü kimse sonsuza kadar sürgün kalmaz; insan, sonunda kendi vicdanına dönmek zorundadır.

Raskolnikov, bazen düşünüyorum:

Senin suçun, Tanrı’ya kafa tutmaktı; benimki, O’na hâlâ inanmakta ısrar etmek. Sen vicdanını baltayla yaraladın; ben sessizlikle.
Sen kefaretini taş kırarak ödedin; ben her sabah iş yerine giderken başka bir kimlik taşıyarak ödüyorum.

Ama belki de ikimiz aynı yere varıyoruz:

İnsanın içindeki Tanrı’yı diri tutmak için bazen suç da, sürgün de, inat da gerekir. Bugün Ren kıyısında yürürken gökyüzü kapalıydı. Bir serçe, köprü demirine kondu.

O an, içimden bir cümle geçti:

“Belki de vicdan, hâlâ küçük bir kuşun ürkekliğinde yaşıyor.”

Sen duysan gülerdin belki, ama ben inanıyorum. Çünkü hâlâ içimde bir yer, iyi kalmak istiyor. Şimdi yazıyı burada bitiriyorum.

Sana değil, kendime not:

Bir gün Hakkari’ye dönersem, orada toprağa değil, vicdanıma basacağım.
Ve o zaman anlayacağım, belki senin yıllar önce anladığını: