Köln Günlüğü 4 – Lavretski’ye Mektup

Sana yazıyorum, Lavretski. Senin hikâyeni yıllar önce okumuştum; Liza’yı kaybettikten sonra bir bahçede, bir gölün kıyısında sessiz kaldığın o bölümü. Senin o sessizliğini ben Ankara’da duydum — Kızılay’ın kalabalığına karışmış bir yalnızlık gibi. Filiz Çay Evi’ne çıktım yine.

Abone Ol

Asansör hâlâ aynı uğultuyla yukarı çıkıyor, kapı açıldığında o eski koku karşılıyor insanı: menemen, sigara, çay, zaman. Masanın birinde iki genç tavla oynuyor, pullar tahtaya sertçe vuruluyor. Bir diğeri satranç taşlarını dikkatle diziyor, sanki kendi kaderini hesaplar gibi. Ben o masalardan birine oturdum, seninle yan yana, görünmez bir şekilde.

Burada bir zamanlar onu tanımıştım. Kahkahasının içinde bir tür utanç vardı; çünkü biz o kadar yabancıydık ki birbirimize, yakınlığımız bile tedirgindi. Ben konuşmaya cesaret edememiştim; senin Liza’ya sustuğun gibi. Oysa insan, sessiz kaldığı yerde kaybediyor. Senin Rusya’nın kırlarında dolaşan hüznün, bu Ankara masasının üstüne kondu sanki.

Sen orada çay içmeyi bilmezdin belki, ama ben biliyordum: çay, içindeki pişmanlığı en yavaş biçimde ısıtır. Biz o gün, Lavretski, Filiz Çay Evi’nde menemen söyledik. Yumurtalar hafif fazla pişmişti, ama soğan tam yerindeydi. Ben ona bakarken, o pencereden dışarı bakıyordu. Kızılay’ın aşağısında bir seyyar satıcı bağırıyordu: “Simiiit, taze simit!” Ben o an hiçbir şey demedim. Senin gibi sustum. Oysa tam o anda söylenmesi gereken bir cümle vardı, ama kelimeler insanın kalbine takıldığında zaman geçiyor.

Ve geçince, hiçbir kelime işe yaramıyor. Şimdi düşünüyorum: Belki de hepimiz o çay evinde kaldık. Bir şey söyleyememiş insanların gölgesinde. Satrançta hamlesini unutan, tavlada zar atmayı geciktiren insanlar gibiyiz. Sevgiyi akılla, duyguyu sabırla karıştırıyoruz. Ve sonunda her şey, soğumuş bir menemen kadar sessizleşiyor.

Lavretski, belki bilmezsin ama o yıllarda ben de kendi içimde bir edebiyat salonu kurmuştum. Cibran’ı okur, “asi ruhlar”dan alıntılar yapardım. Sezai Karakoç’un Mona Roza’sını ezbere bilmek bir tür iman göstergesi gibiydi. Orhan Veli’den cümleler, Cemal Süreya’dan kelimeler alır, kah “solcu”, kah “Kürtçü”, kah “inanan” bir gencin pozunu verirdim. Ukala değil, olduğunu sanan bir bilgeydim.

Ama aslında bütün o kelimelerin ardında korkak bir kalp vardı. Kendimi sevdiğim kadının önünde kelimelerle savunurdum. Sessizliğimi düşüncelilik, ilgisizliğimi mesafe, tereddüdümü ise derinlik zannettirirdim. Oysa sadece nasıl seveceğimi bilmiyordum. Cibran’ın “Aşk sizi çağırırsa, peşine düşün” dediği yeri atlamıştım. Ben hep cümlenin başında kaldım, sonunda değil. Senin Liza’ya bakışınla benim o günkü halim arasında bir fark yok aslında,

Lavretski. İkimiz de sevmeyi bir fikir gibi yaşadık. Sanki sevilmek için bir kurama, bir şiire, bir davaya ihtiyacımız varmış gibi. Oysa sevgi, hiçbir yere ait değildir. Bir kadının sessizliğine, bir kahve kokusuna, bir şehrin yorgunluğuna karışır gider. Filiz Çay Evi’nin camından dışarı bakıyorum şimdi. Kızılay’ın gürültüsü değişmiş, ama içerideki yalnızlık aynı. Bir köşede hâlâ bir öğrenci, Cibran’ın Ermiş’ini karıştırıyor.

Bir diğeri defterine “insan olmak” hakkında cümleler yazıyor. Belki o da birini seviyor, ama söyleyemiyor. Ben ona bakarken, gençliğimi görüyorum: anlam ararken duyguyu kaybeden bir çocuk. Lavretski, senin Liza’ya geç kalan kalbinle, benim Cane’me geç kalan kalbim aynı çaresizliğin izini taşıyor. İkimiz de sevdiğimiz kadınları incitmedik belki, ama yok sayarak kırdık. Bir kadına ilgisiz görünmenin, onu önemsememekten daha ağır bir yara olduğunu çok sonradan öğrendim.

Sen Rusya’da bir kır evinin penceresinden dışarı bakarken, ben Kızılay’ın kalabalığında kayboldum. Ama kaybolmak, bazen hatırlamanın tek yoludur. Bugün Köln’de bir masada otururken, o günkü ukalalığımla yüzleşiyorum. Artık biliyorum: Cibran’ın asiliği, Sezai’nin duası, Süreya’nın ironisi, Orhan Veli’nin yalınlığı… hiçbiri bir kadının sessizliği kadar öğretici değilmiş.

Köln’de hava erken kararır. Ren’in üstüne çöken sis, eski bir hatırayı andırır: ne tam görünür, ne de kaybolur. Ben, küçük bir masada oturuyorum; karşımdaki sandalyede sen varsın, Lavretski. Biraz yaşlanmışsın, ama gözlerinde hâlâ aynı yorgun ışık. Masada iki çay var — biri demlikte, diğeri yarı soğumuş. Sen sessizsin; ben de kelimeleri ağızda evirip çeviriyorum, sanki hepsi fazla geliyormuş gibi. “Cane,” diyorum, usulca.

Adını söylediğim anda odanın havası değişiyor. Bir anlığına geçmişe açılan bir pencere gibi oluyor zaman. Senin “Liza” deyişinle benim “Cane” deyişimin arasında ince bir kardeşlik var. İkimiz de sevdiğimiz kadını kendimizden uzaklaştırdık. Sen aklınla, ben korkumla. “Cane’yi sevdim,” diyorum sana, “ama sevmekten çok anlamaya çalıştım. Her duyguyu tarttım, her sözü ölçtüm, bazen bir sessizliği bile yorumlamaya kalktım. Sonunda o gitti. Ve ben o gidince sevmenin bir fiil değil, bir duruş olduğunu anladım.” Sen uzun bir nefes alıyorsun, Lavretski. Rusça bir dua gibi mırıldanıyorsun, ama ben yalnızca kelimelerin titreşimini hissediyorum.

Sonra bana dönüyorsun ve fısıldıyorsun: “Senin Liza’nın da öyle yapmış olmalı.” Bu cümleyle sessizlik çöküyor. Çayın buharı sanki hafızadan çıkıyor, soğuyan demlik bir tür kefaret gibi masanın ortasında duruyor. Bir süre sonra devam ediyorum: “Biz o yıllarda çok konuşurduk, ama hiçbir zaman kalbimizin dilinde konuşmadık. Ben, Cibran’ın sözlerine sığınırdım, Sezai’nin dualarına, Cemal’in ironiye kaçan mısralarına. Ama hiçbir cümle Cane’in suskunluğundaki kadar gerçek değildi.

Bir kadının sessizliği, erkeğin bütün kitaplarından daha derindir.” Sen başını sallıyorsun, Lavretski. “Ben de Liza’nın sessizliğini geç anladım,” diyorsun. “Sevgi, insanın sustuğunda nasıl davrandığını gösterir. Biz ikimiz de konuşarak değil, susarak kaybettik.” O anda, Ren’in kıyısında bir vapur ötüyor. Ses uzaklardan geliyor, ama içimize dokunuyor. Sen kalkıp paltosunu giyiyorsun, çünkü senin için gitmek alışkanlık.

Ben oturuyorum; çünkü artık her gidişin içinde kalmayı öğrendim. Sen kapıya yönelirken son kez dönüyorsun: “Cane seni affetmiştir, biliyor musun?” diyorsun. Ben cevap veremiyorum. Çünkü affedilmek bazen sevilmekten daha ağır gelir. Ve sonra gidiyorsun, Lavretski. Ardında bir sandalye gıcırtısı, bir soğuyan çay, bir yarım kalmış cümle bırakıyorsun.

Ben yalnız kalıyorum. Ama ilk kez yalnızlık, bir ceza değil, bir teslimiyet gibi geliyor. Cane’nin sessizliğini, senin pişmanlığını, ve kendi içimde hâlâ yanmakta olan o küçük inancı aynı masada buluşturuyorum. Çünkü bazen, insanı en çok büyüten şey, affedilmeyi beklemeden pişman olabilmesidir.