Rivayete göre köylerin birinde, sıradan ve sade bir yaşamı olan ihtiyar biri varmış. Çok mu çok güzel bir atı varmış; “kırat” denirmiş ona.
Denilene göre hükümdar çok beğenmiş o atı; almak istemiş hatta ısrar etmiş ama ihtiyar vermemiş. Demek ki o zamanın hükümdarları, kendilerine karşı gelenlere “kötü muamele” yapmayı ayıp sayıyorlarmış.
“Neden vermiyorsun?” diye sormuşlar ihtiyara.
“Bu, yalnızca bir at değil; aynı zamanda benim dostum. İnsan dostunu satar mı?” demiş:
Sabahlardan bir sabah bir de bakmışlar ki at yok.
“Araba devrilince yol gösteren çok olurmuş” ya o hesap, herkes hep bir ağızdan konuşmuş. Demişler ki “böyle bir atı kim bırakır sana. Keşke hükümdara satsaydın, hayatını da kurtarırdın. Şimdi atın da yok, paran da”…
Canı sıkkınmış ihtiyarın ama gene de komşularını uyarmadan edememiş:
“Acele karar veriyorsunuz; atım kayıp ama başına ne geldiğini bilmiyoruz.”
Dudak bükmüş komşuları; ihtiyarın akıl sağlığından da kuşkuluymuşlar. Günler, günleri kovalarken, at bir sabah dönüp gelmiş. Rivayet o ki yanında başka atlar da varmış. Konu komşu, “şanslı ihtiyar” deyip ihtiyarı övmüşler.
İhtiyar gene aynı şekilde, “çok acele karar veriyorsunuz” demiş.
“Ne acelesi? Atın geldi, yanında da yabani atlar var; daha ne istiyorsun?”
“Haklısınız” demiş ihtiyar; “atım geri döndü ve yanında da yabani atlar getirdi ama ötesini bilmiyoruz.”
“Bu ihtiyar aklını yitirmiş herhalde” deyip bırakıp gitmiş komşuları.
Hayat devam ediyormuş ama…
Günlerden bir gün eğitmeye çalıştığı attan düşen oğlunun bacağı kırılmış. Komşuları üzüntülerini bildirip, “bundan sonra hayatın daha da zorlaşacak” dediklerinde, ihtiyar tekrar itiraz etmiş.
“Oğlumun bacağı kırıldı sadece karar vermekte acele etmeyin. Ne olacağını daha sonra hep beraber göreceğiz”.
Mesele bu ya, olmazlar olur hâle gelmiş; savaş çıkmış, hükümdar da eli silah tutan herkesi askere çağırmış ve herkes savaşa giderken ihtiyarın bacağı kırık oğlu kurtulmuş.
“Ne şanslı adam bu ihtiyar” demişler, çocuklara askere giden köylüler…
Bu böyle devam edip gider;
Hayatın cevabı, meseldeki ihtiyarın, “acele karar vermeyin” sözünde gizlidir. Yaşadığımız bu coğrafya, “gün doğmadan neler doğar” sözüne hayat veren bir coğrafya ve bakarsınız yeni hayatları konuşuruz.
Zira Cahit Sıtkı’nın dizeleştirdiği gibi “Gece bir sebep değil, belki bir neticedir”.
İbretlik bir hikaye
Rivayet edilir ki, İsa, dünyayı dolaşmak için yanına birini alarak yola çıkar. Bir süre sonra acıkırlar. Yanındakini ekmek bulmak üzere yakındaki bir köye gönderir. Adam geri döndüğünde İsa’nın ibadet ettiğini görür; biraz bekler ama uzaması üzerine getirdiği ekmeklerden birini yer.
İbadeti bitince adamın getirdiği ekmeklerden birini alan İsa sorar:
“Üçüncü ekmek nerede?”
Adamcağız, “üç değil iki ekmek getirdim” cevabını verir.
İsa, sesini çıkarmaz. Devam ettikleri yolda karşılarına bir kör çıkar. İsa, köre, “Allah’a tapmak kaydıyla gözlerini geri vermemi ister misin?” diye sorar. Kör, kabul eder, rivayet o ki körün gözleri açılır.
İsa bu arada, birlikte yola çıktığı kişiye tekrar sorar:
“Bu güce sahip olan Allah adına sana soruyorum, kayıp ekmeği sen mi yedin?”
“Hayır,” diye cevap verir adam.
İsa bir şey demez ve yollarına devam ederler. Bu sırada karşılarına felçli bir adam çıkar. İsa, felçliye, “Allah’ a tapmak kaydıyla seni ayağa kaldırmamı ister misin?” diye sorar. Felçli kabul eder; rivayet o ki felçli iyileşip ayağa kalkar.
İsa, yanındakine tekrar sorar; “üçüncü ekmeği sen mi yedin”?
Adam, tekrar, “hayır” cevabını verir.
Yolculuklarına devam ederlerken, karşılarına öyle bir akarsu çıkar ki ne bir geçidi var ne de yararlanabilecekleri bir sal…
İsa, aşılmaz durumdaki bu nehri aşabilmesi için arkadaşına yardım edip karşıya geçtikten sonra tekrar sorar:
“Bana bu gücü veren Allah’ın hakkı için soruyorum, üçüncü ekmeği sen mi yedin?”
Adamın cevabı, “hayır” olur.
Yollarına devam ederlerken, rivayet bu ya, İsa yerde üç külçe altın bulur. “Bu üç külçeden biri senin, biri benim” der yol arkadaşına.
Yol arkadaşı da merakla, “peki ya üçüncüsü?” diye sorar.
İsa der ki “üçüncü külçe kayıp olan üçüncü ekmeği yiyenin hakkıdır”.
Adam bu kez, itiraf eder:
“Sen dua ederken, üçüncü ekmeği ben yedim.”
İsa, yolculuğuna onunla devam etmek istemez; “Üç külçe de senin olsun o zaman” der ve yoluna yalnız başına devam eder. Birden bire üç külçe altın sahibi olan adam, altınları almak için hamle yapar ama bir türlü kıpırdatamaz külçeleri. Tam o sıra yanından geçen üç kişi, durumu fark eder ve altınlara sahip olmak için onu öldürürler.
Sıra aralarında pay etmeye gelir ama bu arada acıktıklarını fark ederler. İlk ikisi, üçüncüsüne, “git bize yiyecek bir şey bul; altınları sonra paylaşırız.”
O gidince diğerleri, “gelince üzerine çökelim ve onu öldürelim; altınları da kendi aramızda pay ederiz” diye kendi aralarında anlaşır.
Yiyecek bulmaya giden de, “yiyeceğin içine zehir koyarım. Onlar yediklerinde zehirlenip ölürler. Altınların hepsi bana kalır” şeklinde plan yapar.
Geri döndüğünde, arkadaşları, onun üzerine çöküp öldürürler. Sonra da onun getirdiği yiyeceği yerken zehirlenip ölürler.
Rivayet edilir ki o sırada, orada geçen İsa, insanları ölmüş, altınları sahipsiz olarak görür ve der ki, “işte, dünyanın da, üzerinde yaşayan insanların da düzeni bu.”
Gelelim günümüze…
Herkese yetecek kadar “ekmek” bulunur; herkesin istediği kadar “altın” da üretilebilir ama güven bir kez sarsıldı mı, yenisini inşa etmek olanaksızlaşır.
Çıkarılacak ders; yol arkadaşlarının, tıpkı İsa’nın yol arkadaşı gibi birbirlerinden “ekmek” gizlemeyi yahut bulduklarını sandıkları “altın”ın göz kamaştırıcı etkisiyle yol arkadaşlarını bertaraf etme hırsını bir yana bırakıp samimiyet perspektifinden hayata odaklanmaları gerekir.