Hakkâri’de Değişmeyen Yazgı: Bir Şehrin Taşıdığı Yük

Dün Hakkâri’de bir araç kaza yapmadı sadece; bu coğrafyanın geceden sabaha değişmeyen yazgısı bir kez daha paramparça oldu. Türkiye Yüzyılı diye parlak sözlerle süslenen bir çağın ortasında Hakkâri hâlâ 1980’lerin çaresizliğinde debeleniyor. Yıllar değişiyor, iktidarlar değişiyor, sloganlar değişiyor; fakat bu şehrin üzerindeki kader, Zap’ın dibine saplanmış koca bir kaya gibi yerinden kıpırdamıyor.

Abone Ol

Dün, Sere Solan’da hepimiz öldük. Çünkü bu şehirde ölüm bireysel bir trajedi değil; hepimize yazılmış, hepimiz adına işleyen bir düzenin adı oldu artık. Sosyal medyada yükselen öfke, bir şehrin çığlığıdır. Bu çığlık duyulmak için değil, duymazdan gelinen bir sessizliğin duvarlarını çatlatmak için yükseliyor. Ancak Hakkâri’deki kurumlar, bu çığlığın üzerine sabah ayazı kadar soğuk bir sessizlik seriyor. Bu suskunluk bir kabulleniş değil; insan hayatının burada ne kadar ucuz olduğunu kanıtlayan vahim bir itiraftır.

Hakkâri, dört mevsimin yaşanmadığı ender yerlerden biri değildir sadece; dört mevsimi yönetemeyenlerin utancının en çıplak hâlidir. Burada iki mevsim vardır: Yaz — yangın. Kış — ölüm. Yazın yollar erir, su yok olur, projeler sadece kâğıt üzerinde filizlenir. Kışın yollar kapanır, çığ iner, elektrikler gider, devletin tüm şubeleri uykuya yatmış gibi davranır. Bu şehirde mevsimler değil, ihmaller öldürür. Bu topraklarda ölümün takvimi yoktur; her ay ölüm mevsimidir.

Hakkâri–Van karayolu bir yol değil, devletin bu coğrafyaya biçtiği kaderin en keskin yüzüdür. Yaşamla ölümün arasına sıkıştırılmış bir tek çizgidir. O çizgide her yıl yüzlerce hayat bir kararname kolaylığında sona eriyor. Bu yolun alternatifinin olmaması tesadüf değil; bu yol, bu şehir için alternatif bırakmayan bir zihniyetin mirasıdır.

Her kazadan sonra aynı cümleler kuruluyor: “Allah rahmet eylesin.” “Yol şartları kötüydü.” “Şoför dikkat etmedi.” Oysa burada suç tekerleklerde değil, sistemin ta kendisindedir. Suç coğrafyada değil, coğrafyayı yazgıya dönüştürenlerdedir. Bu noktada sorular kendiliğinden beliriyor: Bu şehri kim yönetiyor? Milletvekilleri mi? Vali mi? Kamu kurumlarının başındaki amirler mi? Yoksa bu şehri kimse yönetmiyor mu? Seçim zamanı boy boy fotoğraf verip oy aldıktan sonra ortadan kaybolanlar mı? Koltuklarının hakkını “protokol” gezileriyle dolduranlar mı? Bir tweet atmaktan bile aciz kalan kurumlar mı? Bir şehri kaderine terk edip ertesi sabah hiçbir şey olmamış gibi mesaiye başlayanlar mı?

Burada yöneticilik, bir unvanın arkasına saklanmak; makamdan çok maske taşımak anlamına geliyor. Hakkâri yanıyor, ama kurumların camları bu yangını görmeyecek kadar buğulu. Bu şehir hiçbir doğal afete hazır değil. Bu, artık bir tespit değil; bir itiraf.

Sel olur, altyapı yok. Yaz olur, su yok. Kış olur, elektrik yok. Çığ düşer, yol yok. Ambulans ulaşamaz, imkân yok. Ama her felaketin ardından “çalışmalar devam ediyor” diyen koskoca bir yorgunluk edebiyatı vardır.

Bu şehri kimse görmüyor. Bu şehri kimse duymuyor. Bu şehri kimse istemiyor. Bu şehir kendisine reva görülen yalnızlığı kabullenmiş değil; sadece yıllardır ona dayatılan umutsuzluğun içinde nefes almaya çalışıyor.

Bu yüzden dün, Sere Solan’da hepimiz öldük. Çünkü burada ölüm kader değil, ihmalin resmî dili. Çünkü burada yol, varmak için değil, kaybolmak için var. Çünkü burada hayat, devletin gözünde bir istatistikten ibaret. Çünkü burada insanlar, yaşadıkları coğrafyanın suçlusu gibi muamele görüyor.

Ve en acısı şu: Eğer böyle devam ederse hepimizin sonu bu yollar olacak. Bir gün hepimizin kaderi o virajda duracak. O viraj bizim için sadece bir koordinat değil; devletin bu coğrafyaya bıraktığı en karanlık miras. Ve o miras, her kış yeniden ölüm veriyor.

Bu şehir, bir babanın evladını toprağa verirken kurduğu cümle gibi titriyor:
“Biz bu ölümü hak etmedik.”