Bazen bir ülkenin tarihi, savaşların değil, suskunlukların içinden akar.
Biz, barışa en çok yaklaştığımız anda, birbirimizi en az anladığımız bir döneme denk geldik. “Çözüm süreci” dedikleri o yıllar, sadece bir siyaset meselesi değildi; bir halkın görülme, duyulma, insan yerine konulma çabasıydı. O süreç, bir masadan çok bir aynaydı aslında — ve o aynada herkes kendi yüzünü gördü. Kimi korktu, kimi utandı, kimi umutlandı.
Yıllarca dağlarda yankılanan bir ses, ilk kez ovada konuşulabilir hâle gelmişti. Anneler, çocuklarının geri dönebilme ihtimaliyle dua eder olmuştu. Kardeşlik sözü, siyasî bir slogan değil, bir ihtimal gibi konuşuluyordu. Ve bir ülke, belki de ilk defa, kendi halklarından birini “düşman” değil “insan” olarak görmenin eşiğine gelmişti.
Ama barışın dili naziktir.
Bir yanlış kelime, bir sabırsız bakış, bir korku refleksi — hepsi yıkar o dili.
Biz, o narin dili taşıyamadık.
Siyaset kendi kalıbına sıkıştı; kalpler, eski korkularına geri döndü.
Barış, masa başında değil, insanın içinde ölür önce.
Bir halkın çocukları dağdan ovaya inmek isterken; ovadakiler, yüreklerini açamadı.
Bir taraf “silah sussun” derken, diğer taraf “kimliğim duyulsun” diyordu.
Oysa bu iki cümle birbirini tamamlayabilirdi — eğer biraz daha sabır, biraz daha sevgi olsaydı.
Ama biz, sevgiyi erken yitiren bir toplum olduk.
Barışın ne kadar ağır bir emek olduğunu, o süreçte anladık.
O günleri hatırladığımda, siyasî tartışmalar değil; insanların gözlerindeki umut kalıyor aklımda.
Bir köy okulunda öğretmenin çocuklara bir kelimeyi nasıl söyleyeceğini düşünürken yaşadığı tereddüt…
Bir askerin, nöbet yerinde sessizce bir barış şarkısını mırıldanışı…
Bir annenin, oğlunun dönüşü için sessizce ördüğü yün çoraplar…
Hepsi, büyük bir tarihin küçük tanıklarıydı.
Ve o tanıklar, şimdi sessiz.
Bir ülkenin kalbinde, bazen bir sessizlik başlar.
Gazeteler değişir, meydanlar dolar, ama o sessizlik hiç bitmez.
Çünkü bazı şeyler gürültüyle değil, eksilerek anlaşılır.
Çözüm süreci bittiğinde biz büyük bir kavga yaşamadık belki — ama büyük bir sessizlik çöktü üzerimize.
İnsanlar artık konuşmamayı, hatırlamamayı, sormamayı öğrendi.
Oysa barışın kaybı, savaşın gürültüsünden daha derin bir sarsıntıdır.
Köyler yeniden boşalmadı belki ama umutlar yavaşça çekildi hayatımızdan.
Bir dönem birbirine yaklaşmış olan kalpler, yeniden mesafeye sığındı.
Siyasetçiler değişti, hükümetler değişti, ama insanın içinde aynı soru kaldı:
Nasıl olur da bir ülke, barışa bu kadar yaklaşır ve sonra ondan böyle uzaklaşır?
Kırılan şey, bir anlaşma değil, bir güven duygusuydu.
Bir halk, devlete değil, yeniden kendi kaderine inanmayı seçti.
Ve bir ülke, kendi halklarından birinin suskunluğunu yeniden kanıksadı.
Bugün o süreci hatırlamak bile zor geliyor birçok insana.
Çünkü hatırlamak, yeniden umutlanmak demektir — ve umut, bir kere yaralandığında kolay kolay iyileşmez.
Ama hatırlamak aynı zamanda bir sorumluluktur.
Bir insan, kendi geçmişinin utancını konuşabildiği kadar özgürleşir.
Barış, sadece cesurların değil, hatırlamayı göze alanların işidir.
Bir zamanlar konuşulmuş o kelimeler — çözüm, barış, kardeşlik, onur — şimdi suskun birer fotoğraf gibi duruyor hafızamızda.
Ama belki de en çok orada, o sessizlikte anlam kazanıyorlar.
Çünkü bazen bir halkın direnci, kelimelerden değil, unutmamaktan doğar.
Ali Şeriati, insanın tarih boyunca en çok korktuğu şeyin “öteki insan” olduğunu söyler.
Belki de barışın özü budur: korkularımızın öteki yüzünde duran insana el uzatmak.
Çözüm süreci, bir devlet politikası değildi sadece — bir halkın kendine bakma denemesiydi.
Ali Şeriati bir yerde der ki: “İnsan, sadece düşmanını değil, kendi korkusunu da tanıdığında özgür olur.”
Belki bizim payımıza da bu düştü: kendi korkularımızı tanımak.
Korkunun bir milletin damarlarında nasıl dolaştığını, bir kelimenin nasıl suskunluğa dönüştüğünü, bir annenin gözündeki endişenin nasıl devlet diliyle çarpıştığını görmek.
Ve yine de bütün bunların ardından hâlâ şunu hissediyorum:
Barışın sesi hiçbir zaman tamamen kaybolmaz.
O, bazen bir çocuğun resminde, bazen yaşlı bir kadının duasında, bazen de bir öğretmenin öğrencisine bakışında yaşar.
Bir ülke barışını kaybettiğinde bile, insanın içinde bir yer hep barışa doğru akar.
Belki biz göremeyiz.
Ama bir gün, bizden sonra gelenler, bu sessizliğin içinden yeniden bir ses çıkarır.
O ses ne devletin ne örgütün sesi olur; o, insanın kendi vicdanının sesi olur.
Ve belki o zaman, biz bu uzun suskunluğu, bir başlangıcın bekleyişi olarak anlarız.