Bir Başarı Hikayesi-8 Ejder Naim Kazandıoğlu

Abone Ol

Hiçbir harita göstermezdi orayı. O yer, bir çocuğun içindeki derin kuyu kadar karanlık, bir dağın yamacındaki yalnızlık kadar sarsıcıydı. İnsan, doğduğu toprağı değil; o toprağın ona biçtiği suskunluğu taşır aslında. Ve suskunluk, bazılarını ezer. Kimilerini ise yoğurur. Ejder Naim Kazandıoğlu, işte bu sessizliğin göğsünde büyüyen, anlamı yalnızlığın içinde mayalayan bir isimdir.

Ne alkışla tanıştı ne de destekle. Ama dünyaya gösterdiği ilk refleks, başını çevirmek değil, içini açmak oldu. Onun çocukluğu, başkalarının görmezden geldiği ayrıntılardan büyüdü. Taş bir avlunun kenarında unutulmuş cümleler, yarım kalmış bakışlar, hiç söylenmemiş sorularla kurdu karakterini. Bu yüzden Ejder’i anlamak, sadece geçmişini bilmekle değil; hayata hangi kelimeyle karşı koyduğunu görmekle mümkündür.

Bu coğrafyada çocuk olmak yalnızlığa alışmaktı; ama Ejder yalnızlığı sadece yaşamadı, biçimlendirdi. Onu estetik bir sadeliğe dönüştürdü. Oyuncak yerine kelimelerle oynadı. Oyunun değil, anlamın peşine düştü. Zira onun gözünde hayat, sadece yaşanacak bir şey değil; yüzleşilecek bir metindi.

Sahneyle tanışması rastlantı değildi, kaderin kendine gösterdiği gizli pasajdı. Bir perde aralandı ve içinden Ejder’in gerçek sesi çıktı. Tiyatro onun için alkışın değil, anlatının kutsallığıydı. Her oyunu bir dilekçe gibi sahneye koydu: Görünmeyeni görünür kılmak için. Kırılmış insanların, sessiz kalmış hikâyelerin, duvar arkasında unutulmuş hayallerin sözcüsü oldu. Taş duvarların arasında yankılanan replikler, bir halkın içe dönük çığlığına dönüşüyordu. Ve o çığlık, ne slogandı ne ajitasyon; bildiğin sahici bir iç döküş, soylu bir yüzleşmeydi.

Ejder’in tiyatrosu ışıklı salonlara değil, lambası is kokan odalara kuruluyordu. O, perdeyi değil, insanın içini açıyordu. Dekor yoktu belki ama dekorun yerini alan bir hakikat vardı…

Ve görünmedi. Çünkü toplum, sıklıkla en doğru hikâyelere sağırdır. Ejder’in sesine karşılık vermeyen duvarlar, onu susturamadı ama yönünü değiştirdi. Hakkâri’den çıkmak, bir firar değil, bir istikametti. Antalya'ya uzanan yol, bir kaçışın değil, yeni bir dil kurmanın arayışıydı. Ticarete adım attığında herkes onun ne yaptığına baktı, ama kimse neden yaptığını sormadı. Oysa Ejder, kazandıklarını biriktirmek için değil, yeniden dağıtmak için topluyordu. Kazanç onun elinde bir araçtı, amaç değil. Zira her birikim, geride kalmış bir hikâyeye dokunmalıydı. Burs verdiği her gençte kendi çocukluğunu arıyordu. Ve her destekte kendi suskunluğunun yarasını sarıyordu. Ejder Naim Kazandıoğlu’nun hayatı, düz bir çizgi değil; inişlerle, kırılmalarla, iç kıyametlerle örülmüş girift bir desen. Onun hikâyesi bir başarı öyküsünden çok, erdemli bir duruşun günlükleridir. O, alkışın peşinden koşmadı; ama alkışsız geçen her hayatı anlamlı kılmak için yürüdü.

Onu anlatmak için CV değil; kalbin nabzını tutan bir stetoskop gerekir. Çünkü onun hayatı, dışarıdan görülen değil, içeride hissedilendir. Tiyatroyla anlattığı halk, ticaretle sahip çıktığı gençlik ve suskunluğuyla koruduğu asaletiyle Ejder, bir iş insanı değil; bir dil kurucusudur. Hayatla ve insanla kurduğu ilişki, sadece empati değil; ontolojik bir sadakattir. Ejder, kendi sahnesini inşa ederken başkalarının hikâyelerine ışık tuttu. Hiçbir zaman merkezde olmayı istemedi; ama her çember onun etrafında dönmeye başladı. Çünkü o, kendini değil, yankısını inşa etti. Ve bugün hâlâ onun yankısı, sadece Hakkâri’de değil; insanlığın suskun kaldığı her coğrafyada duyulmakta. Çünkü o bir adam değil, bir anlamdır. Kalabalıklardan geçmeden de iz bırakılabileceğini, şatafatsız yaşanmış bir hayatın bile destan olabileceğini kanıtlayan bir anlam...

Ejder Naim Kazandıoğlu, bir sahne değil; bir yüzleşmedir.